Türkiye, PKK’yı Irak, Suriye ve diğer tüm unsurlarıyla masaya almış, fakat bunun karşılığında ne verdiği belirsiz.
Türkiye fotoğrafı, Ekim ayının en önemli gündemi oldu.
Bu fotoğrafın, “birlikte olan kazançlı, dışında kalan kaybeder” algısını güçlendirdiği görülüyor.
Bu tabloda yer aldığı için muhalefetten ciddi şekilde eleştirilen DEVA, Gelecek ve DEM Partisi liderleri, eleştirilere göğüs gererek kendilerini açıklamaya çalıştıkları bir hafta geçirdiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi dönüşünde, “Türkiye fotoğrafı” diyerek o fotoğraftaki isimlere sahip çıktı.
Bu sırada DEM Parti Meclis Grup toplantısında, terörist başı Abdullah Öcalan lehine sloganlar atıldı ve Öcalan Meclis’e çağrıldı.
Tüm bu gelişmelere İYİ Parti lideri Müsavat Dervişoğlu’nun cevabı, “çözüm komisyonu” olarak nitelendirdiği Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonundan CHP’nin çekilme çağrısı yönünde oldu.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise o fotoğrafla ilgili olarak “Bizim Meclis’te olmamamız onların DNA’larını bozdu.” dedi.
Tüm bu tabloya bakınca, 1 Ekim itibarıyla başlayan yeni yasama yılının getirdiği karmaşadan ve yüksek sesten başka bir şey göremiyorum.
Haftanın en dikkat çekici çıkışı ise MHP lideri Devlet Bahçeli’den geldi.
Hafta sonu, DEM Parti İmralı heyeti, İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile bir görüşme gerçekleştirdi.
Görüşmenin hemen ardından, “Müzakereci Demokrasiye geçilmeli” açıklaması yapıldı.
Bu model, literatürde yönetimde tüm unsurların neredeyse eşit söz hakkına sahip olduğu bir anlayışı temsil eder.
Ancak bu açıklama, Türkiye siyasetinde hiçbir aktörün gündeminde yer bulamadı.
Hâlbuki bu, çok ciddi bir paradigma değişimi potansiyeli taşıyordu.
Bahçeli’nin açıklaması ise bu sessizliği bozdu ve Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki iç-dış politika pozisyonunu belirledi.
Bahçeli, hafta sonu yapılan “Müzakereci Demokrasi” çağrısını görmezden gelerek, 27 Şubat’ta Öcalan’ın yaptığı “PKK’nın feshedilmesi” çağrısına dikkat çekti.
Ve SDG/YPG/PYD’ye de aynı çağrının yapılması gerektiğini söyleyerek çıtayı yükseltti.
İlk çağrının ardından özellikle DEM Parti cephesi, açıklamanın sadece PKK’yı kapsadığını belirtmişti.
Ancak iktidar kanadı, aynı çağrının PYD için de geçerli olduğunu dile getirerek sürecin Suriye ayağına dikkat çekmişti.
Şu ana kadar Irak’taki varlığıyla PKK, bu çağrılara kısmen yanıt verdi.
Fakat Suriye tarafındaki PYD’nin Ahmet Şara liderliğindeki Şam yönetimiyle anlamlı bir yol alamadığı görülüyor.
İyi niyet göstergesi olarak masaya oturulsa da, sahip çıktığı söylenen ne İsrail ne de ABD’nin sürecin ilerleyişine tam olarak katılmayışı, başka bir noktayı gösteriyor.
Buna rağmen, TSK’nın PYD hedeflerine düzenlediği operasyonlar, hem Batılı hem de NATO müttefiklerinin Türkiye’nin tezlerine yaklaştığına kanıt niteliğinde bir durum ortaya koyuyor.
Rusya’nın da yine sessiz kalması arka planda yapılan bir anlaşma olduğuna vurgu yapıyor.
İktidarın İsrail konusunda toplumun geniş kesiminin beklentilerini karşılamaktan uzak bir tutum sergileyerek söylemde kalması; buna karşın İsrail ile arka planda yürütülen diplomatik ve istihbarat temaslar bana tek bir şey düşündürüyor:
Bir al-ver olmuş.
Türkiye, PKK’yı Irak, Suriye ve diğer tüm unsurlarıyla masaya almış, fakat bunun karşılığında ne verdiği belirsiz.
ABD Başkanı Trump’ın memnuniyeti, İsrail’in Türkiye’nin açıklamalarını ciddiye almaması ve MİT’in MOSSAD bağlantılı kişileri yakalaması bana başka bir hikâye anlatıyor.
Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi’nden beklentim büyüktü, ama bunun da gerçekleşmediğini gördüm.
AB’nin Doğu kanadını koruma noktasında Türkiye’den beklentinin giderek zayıflaması,
Türkiye’nin yeni bir denge arayışıyla esas oyunu ABD masasında kurduğunu düşündürüyor.
Bu dengeyi tam olarak bilmiyorum, ama çok yakında hep birlikte göreceğimizden eminim.
Benden söylemesi…