Sosyal medya öyle bir yer ki insanların hayatın olağan akışı içerisinde ağzına almaya cesaret dahi edemeyeceği cümleleri rahatlıkla söyleyeceği bir alan haline geldi. Hatta ve hatta insanlara kendilerini kafalarında konumlandırdığı yerdeymiş gibi yapay bir hayat sunuyor. Bu yapay hayatın sonunda birileri de muhakkak belli toplumsal konularda kitlelerin gazını alacak konuma geliyor.
Bunun sonucunda kurulan o cesaret dolu cümleler, günün sonunda nefret dolu cümlelere dönüşüyor. Nefret söylemi sosyal medya etkileşimleri ile hızlıca yayılıyor. Gözümüze muhakkak çarpıyor. Kimimiz ayıplıyor kimimizin de hoşuna gidiyor...
Nefret söylemi, nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası, hoşgörüsüzlüğü vücut bulmuş halidir. Bazen bir mülteciye bazen bir çocuğa... Fakat hakikat şu ki o nefret söylemi her zaman “kendinden olmayana” yöneliktir.
Şimdi ifade özgürlüğü değil mi diyeceksiniz? Geçmiş bir yazımda hakaretin de ifade özgürlüğü olabileceğini; ifade özgürlüğünün kapsamının genişlemesi gerektiğini ifade etmiştim. Fakat nefret söylemi, ifade özgürlüğünün kapsamının daraltılmasını gerektirebilir. Çünkü kitleleri şiddete davet eden bir rol oynuyor toplumda; kamu güvenliğini tehlikeye düşürüyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Necmettin Erbakan/Türkiye kararı, bu noktada tarihi örneklerdir biri. Necmettin Erbakan 1994 seçimleri esnasında mecliste yaptığı bir konuşmasında batılı değerleri eleştirmişti. “Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak! O halde sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Tatlı mı olacak, kanlı mı?” cümleleri ise şiddet ortamı yaratabileceği gerekçesiyle Refah Partisi’ni kapatmaya kadar götürmüştü.
Bugünlerde nefret söylemi daha da büyüyor hatta akademik unvanının arkasına saklananlar dahi ağzını açıp gözlerini yumuyor. Bu kişiler de bilgi bankası olarak görüldüklerinden dolayı bu kötü ifadeler hızlıca karşılık buluyor ve alkışlanıyor. Yetmiyor bir de nefretin haklı olduğu savunmasını yapılıyor.