Tüm bu yaşananlar, insan hakları ihlallerine yönelik raporların ve saha araştırmalarının, politikleşmiş askeri savaş stratejisi karşısında nasıl geçersiz kaldığını da gösteriyor.

Ortadoğu’ya barış geldi derken bir anda ortalık yeniden karışıyor. Bombalanan yaşam alanları ve diplomasi krizleri arasındaki çelişki yeniden yeniden yeniden nüksediyor.Sivil kayıpları artık sadece rakamlarda kalıyor. Ortadoğu’da artık Uluslararası hukukun işlerliği ne seviyede onu yeniden düşünmek zorunda kalıyoruz bu sebeple.

Ortadoğu coğrafyası senelerden beri hem jeopolitik aksiyonların bol olduğu hem de derin insani travmaların yaşandığı bir yer. Bu durumun olağan sonucu olarak da bedeli hep siviller ödemiş oluyor. Bunun üzerine de savaşın ya da silahlı çatışmanın da bir hukuku var mıdır diye derin derin irdelemek gerek.

İsrail Filistin çatışması bu irdelemenin en travmatik ve güncel meselelerinden biri. Gazze şeridinde tekrarlanan askeri operasyonlar ve müdahaleler sonucunda kadınlar, çocuklar, yaşlılar, sağlık çalışanları hatta sokak hayvanları da hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri bu kayıpları ‘orantısız güç kullanımı ve ‘kolektif cezalandırma’ olarak değerlendirse de bu değerlendirmeler genelde raporlaştırma faaliyetlerinde kalıyor

Dönüp Suriye iç savaşına baktığımızda ise insan hakları ihlallerinin süreklilik kazandığı bir tablo çıkıyor ortaya. Kimyasal silah kullanımına yönelik iddialar, adil yargılama hakkının çokça ihlal edildiği tutuklamalar ve gözaltılar, işkence ve zorla kaybedilmelerin hepsi neredeyse savaşın ilk yıllarından beri belgelendi. Fakat bu belgeler asli sorumluların yargılanmasından ziyade kayıt altına alma ve raporlaştırma faaliyetlerine yönelik tutuldu. Uluslararası alanda da kamuoyu oluşturmak için genelde gecikildiği için sahada aktif bulunan dinamikler üzerinden bu raporlama faaliyetleri yapıldı. Böylelikle siviller yalnızlaştırıldı ve ‘insan onuru’ kurumu küresel siyaset tarafından gasp edilerek insani değerlerin araçsallaştırılmasına neden oldu.

Yemen örneğindeyse insani krize sebep olan aktörlerin doğrudan sorumluluğuna gidilemedi ve dokunulmaz kılındı. Yapılan hava saldırılarında yaşam alanları doğrudan hedef alındı ve ‘açlık’ tamamen bir savaş stratejisi haline geldi. Sivilleri açlıkla terbiye etmeye çalışan zihniyetler savaşın galibi olmaya çalıştı. Daha da kötüsü fabrikalar, iş yerleri, pazar yerleri gibi yaşam alanları hedef alınınca ekonomi de bundan nasibi alarak dibe çöktü. Burada da yeni baştan bir kriz doğmuş oldu. Birleşmiş milletlere göre Yemen’de yaşananlar dünyanın en büyük insani krizidir.

Tüm bu yaşananlar, insan hakları ihlallerine yönelik raporların ve saha araştırmalarının, politikleşmiş askeri savaş stratejisi karşısında nasıl geçersiz kaldığını da gösteriyor. Bütün bu olanlar savaşların artık sadece askeri stratejilerden ibaret olmadığını aynı zamanda etik ve hukuki krizlerin de ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.