Pazartesi gününden beri Türkiye siyasetinde bir kreş tartışmasıdır yürüyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, Milli Eğitim Bakanlığı ile ortaklaşa bir şekilde, İstanbul Valiliği’ne -özetle- İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kreşlerinin gerekirse kapatılmasını bildiren bir yazı göndermesi ve başta Ekrem İmamoğlu olmak üzere CHP’nin buna sert tepki göstermesi sonucu başlayan tartışma sürüyor.

Aslında bir yönüyle mesele üzerine tartışacak çok bir şey yok. Meseleye partizanca bakmayan herkes için durum oldukça açık. Ancak detaylarda Türkiye siyasetinin dinamiklerini anlayabilmek için önemli noktalar var.

İstanbul ve Ankara belediyelerinin önemi

2019 yılında İstanbul ve Ankara belediyeleri AKP’den CHP’ye geçince bu illerin belediye başkanlarının “sosyal belediyecilik” adına ekstra bir çaba içerisine girdikleri görüldü.

Bu ekstra çabanın nedeni ise, sosyal belediyecilik üzerinden hem kendi illerinde hem de Türkiye nezdinde “icraatçı”, “elinden iş gelir” ve “halkçı” imajı kazanmak ve kazanılan bu imajı sonradan ulusal düzeydeki siyasete tahvil edebilmekti.

Bu sebeple, 2019’dan beri hem İstanbul hem Ankara’da, yoksul ailelere süt dağıtılmasından tutun çiftçiye tohum verilmesine kadar, normalde alışık olduğumuzun oldukça ötesinde bir sosyal belediyecilik performansı gördük ve görmeye de devam ediyoruz.

Aslında, belediyeden ulusal siyasete böyle bir yol açan, bugün İstanbul ve Ankara belediye başkanlarını “hırsları boylarından büyük” diyerek eleştiren Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.

Nasıl açtı?

Birincisi, örnek oluşturarak. Erdoğan AKP’yle yakaladığı ulusal siyasetteki başarısını 1990’lı yıllarda İBB’deki belediye başkanlığı esnasında kazandığı imaj ve popülariteye borçlu. O imaj ve popülarite 2001’de partisini ilk kurduğunda kendisine çok önemli bir kaldıraç işlevi gördü.

Ancak, sadece bu da değil. 2017-18’de Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesiyle beraber, özellikle muhalefet açısından, parti genel başkanlıkları kadar İstanbul ve Ankara’nın belediye başkanları da önemli hale geldi. Çünkü, bu illerin belediye başkanları buralarda kendilerini halk nezdinde kanıtlayabilirlerse cumhurbaşkanı adayı da olabilir ve belki de Erdoğan’ı yenebilirlerdi. Halbuki, parlamenter sistemde belediye başkanlarının bu şekilde ulusal siyasete geçiş yapabilmeleri mümkün değildi.

Yani, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, dolaylı olarak Tayyip Erdoğan’ın kendilerine açtıkları yoldan ilerlemekte.

Tekerrür eden tarih

Ancak işin oldukça ilginç bir yönü, 1990’larda Tayyip Erdoğan İBB Başkanı olarak popülerleşirken, Atatürkçü müesses nizam nasıl bunu bir tehdit olarak algılayıp önünü kesmeye çalıştıysa, bugün de müesses nizamın kendisi olan Tayyip Erdoğan Ekrem İmamoğlu’na aynılarını yapmaya çalışmakta.

Son kreş hamlesi de bunun tipik bir örneği.

İktidarın burada ne amaçladığı oldukça açık: “İmamoğlu sosyal belediyecilik üzerinden halkın teveccühünü kazanamasın ki sonradan ulusal siyasette bizim iktidarımızı tehdit eder hale gelemesin”.

Sadece kreş de değil, özellikle İBB’nin projelerinin onaylanması ve bütçe sağlanması konularında da İmamoğlu’na birçok zorluk çıkartıldığı bilinmekte.

Ne var ki, kreş meselesiyle iktidar aslında kendi ayağına sıktı. Çünkü, İmamoğlu da Erdoğan gibi popülist siyaseti iyi kotaran birisi. Kreşlerin kapatılmasının son tahlilde ortalama vatandaşa zararının dokunacağını ve bu şekilde iktidarın halk nezdindeki imajına zarar vereceğini bilen İmamoğlu bu konu üzerinden iktidara meydan okumakta tereddüt etmedi. Bu şekilde, hem kreşlerin reklamını yaptı hem iktidarın kendisini nasıl engellediğini herkese duyurdu hem de “iktidara meydan okuyan lider” imajıyla muhalif seçmen nezdindeki imajını pekiştirdi. Yani, bir taşla birden fazla kuş vurdu.

Zaten, dikkat edilirse İmamoğlu’nun çıkışı sonrası Milli Eğitim Bakanı geri adım attı. “Biz kreş demedik anaokulu dedik” gibi ifadeler kullandı. Gönderilen yazıda “kreş” ifadesi açıkça geçmesine ve kendisi öncesinde AKP’li belediyelerin açtığı anaokullarını ziyaret etmiş olmasına rağmen!

Meselenin hukuk devleti boyutu

Bu tartışmada arada kaynayan ancak aslında kaynamaması gereken önemli bir husus meselenin hukuk devleti boyutu.

Aslında, İmamoğlu’nun yaptığı çıkış hukuk devletine aykırı. Çünkü, son tahlilde bakanlığın uyması gereken bir kararına uymuyor. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan da iki gün önceki konuşmasında buna vurgu yaptı. Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu ve İBB’nin bakanlığın kararına uyması gerektiğini belirtti.

Ancak, Türkiye o eşiği geçeli maalesef çok oldu.

Bugünün Türkiyesi Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, AİHM kararlarının paspas yapıldığı bir Türkiye. “Hukuk devleti” böyle bir ülkenin devletini tanımlayabileceğiniz en son şey olur.

Bu söylediklerimi yapan, ülkeyi bu noktaya getiren de iktidarın ta kendisi.

Dolayısıyla, evet, İmamoğlu’nun resti son tahlilde hukuk devletinin bir ihlâli ancak böyle makyavelist bir iktidarla ilkeli hareket ederek mücadele edemezsiniz. Eğer etmeye kalkarsanız hep kaybeden tarafta olursunuz.

Türkiye’de ne zaman ki bir iktidar değişikliği olur, hukuk devleti tekrardan restore edilir, işte o zaman hukuk devletini kim ihlâl ederse ideolojisi/partisi fark etmeksizin onun karşısında durulur. Ancak, böyle makyavelist bir iktidar varken öncelik iktidarın değişmesi olmalıdır. Bunun için de oyunun kuralına göre oynanması gerekir ki İmamoğlu’nun yaptığı da tam olarak bu.