Trump’ın ve Barrack’ın sözleri böyle bir durumun gerçekten olduğunu açıkça gösteriyor.
Malûm, Birleşmiş Milletler’in 80. Genel Kurulu vesilesiyle uluslararası siyaset oldukça hareketli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılımı sebebiyle sürece dair gelişmeler Türk medyasında da sık sık yer buluyor.
Medyanın (en azından görece daha özgür olan sosyal medyanın) dünkü ana gündemi haliyle Trump ve Erdoğan’ın Oval Ofis’teki görüşmesi ve orada sarf ettiği cümlelerdi. Bu cümlelerden bir tanesi özellikle dikkat çekiciydi: “O [Erdoğan] hileli seçimleri herkesten daha iyi bilir”.
Bu bomba etkisi yaratan sözlerde Trump ne demek istediğini bilinçli olarak biraz flu bıraktı. Ama bu sözler aynı gün içerisindeki bir başka gelişmeyle birlikte düşünüldüğünde anlamı gayet netleşiyor. ABD’nin Ankara büyükelçisi ve Suriye özel temsilcisi Tom Barrack, ABD Başkanı Trump’la Türkiye ile ilişkiler üzerine konuşurken Trump’ın ona “Bundan bıktım, ilişkiler düzeyinde cüretkar bir adım atalım ve ihtiyacı olanı verelim: Meşruiyet” dediğini aktardı.
Hem Trump’ın hem de Barrack’ın kısmen imalı kısmen açıksözlü ifadeleri aslında Türkiye’nin 19 Mart’tan beri içerisinden geçtiği rejim değişikliği sürecinin dış bağlantılarına dair şimdiye dek yaptığımız tahlilleri doğrular nitelikte.
19 Mart’taki yargı darbesinin ve onun getirdiği tam otoriter rejime geçiş sürecinin ABD’nin bilgisi ve onayı dahilinde gerçekleştiğini ve muhtemelen iktidarın bu adımlar karşısında ABD’den herhangi bir tepki görmeyeceği garantisiyle hareket ettiğini başından beri söylüyorum.
Trump’ın ve Barrack’ın sözleri böyle bir durumun gerçekten olduğunu açıkça gösteriyor.
Türkiye gibi belli bir büyüklükte, NATO üyesi ve Batı ile güçlü ilişkileri olan bir ülkede, 19 Mart ve sonrasındaki otoriterleşme adımlarını herhangi bir dış tepki görmeden atmanız çok zor. Örneğin, Biden döneminde otoriter eğilimlerinden ötürü ABD yönetimi Erdoğan’la arasına belirgin bir mesafe koymuş ve zorunlu durumlar dışında görüşmemişti.
Kendisini küresel düzeyde demokrasinin savunucusu olarak gören ABD, normal şartlarda Türkiye’de 19 Mart ve sonrasındaki türden atılan otoriterleşmeci adımlara en azından sessiz kalmaz ve eleştirel bir şeyler söylerdi. Ancak, görüldüğü üzere böyle bir süreç işlemedi. Bunun sebebi, Tıump’ın hem Demokratlardan hem de aslında bugüne dek alışageldiğimiz ABD başkanlarından çok daha farklı bir yönetim anlayışına sahip olması. Trump, küresel düzeyde demokrasinin ve insan haklarının ne durumda olduğuyla ilgilenmiyor; tam bir tüccar kafasıyla meseleye tamamen “ne alırım ne satarım” mantığıyla yaklaşıyor. Türkiye, ABD’nin bölgesel planlarıyla uyumlu hareket ettiği ve ABD Türkiye’yle ABD’li şirketlere yüksek kârlar getirecek anlaşmalar imazalayabildiği sürece (ki görüşmede imzalanmış gibi gözüküyor) Trump Türkiye’deki demokrasinin ne durumda olduğuyla hiç mi hiç ilgilenmiyor.
Bu da Türkiye’de Rusya benzeri tam otoriter bir rejim inşa ederek ömür boyu iktidarda kalmayı hedefleyen Erdoğan’ın işine geliyor. Bölgesel jeopolitik meselelerde ve ticari anlaşmalarda gerekli tavizler veriliyor ve karşılığında hem ABD Türkiye’deki otoriterleşme adımlarına sessiz kalıyor (tabii sessiz kalırken sessiz kaldığını da “o hileli seçimleri herkesten iyi birilir” gibi imalı sözlerle de hatırlayor) hem de Erdoğan Trump’la medya önünde birlikte görüntü vererek ABD’nin kendisini desteklediği imajı oluşturuyor ve böylece de otoriterleşmeye rağmen uluslararası siyasette meşru aktör olma vasfını sürdürüyor.
Bu iki taraf için oldukça kazançlı anlaşmada kaybeden ise Türkiye oluyor çünkü bu süreçte ülkede demokrasi ve hukuk daha da kötüleşiyor. Bu demokratik gerileme ve hukuk devletinin ortadan kalkması durumunun negatif etkilerini ekonomiden ifade özgürlüğüne kadar birçok alanda Türk insanı sonuna kadar hissediyor.
Erdoğan’ın burada yaptığı içeride kaybetmekte olduğu demokratik meşruluğu dış destekle telafi etmeye çalışmak. Normal şartlarda asgari demokratik bir ülkede siyasi iktidarların meşruluğu seçim kazanmalarından gelir. Seçimi kazanan artık halk iradesini temsil ettiği için onun yönetimi de meşrudur. Ancak, asgari düzeydeki adil ve serbest bir seçimi kazanma ihtimali artık iyice düşen Erdoğan, bir yandan seçimi ona kaybettirecek siyasal aktörleri yargıyı araçsallaştırarak safdışı bırakmaya çalışırken (bu noktada İmamoğlu’ndan sonra Mansur Yavaşa’a yönelik de bir sözde yolsuzluk operasyonu yapılmış olması tesadüf değil) diğer yandan da içeride kaybettiği meşruluğu Trump’tan edineceği bir dışsal meşruluk ile telafi etme çabasında. Çünkü, devleti artık büyük oranda ele geçirmiş olduğu için, eğer dışsal meşruluk konusunda da bir sorun yaşamazsa, o zaman içeride her türlü otoriterleşmeci adımı atabileceğini ve bundan herhangi bir zarar görmeyeceğini düşünüyor.
Ne var ki, hem 75-80 yıllık bir demokrasi geleneği olan hem de petrol/doğalgaz gibi otoriter rejimlerin finansal kaynağını oluşturan hammaddeye sahip olmayan Türkiye’de, ekonomiyi bir türlü düzeltemeyen bir iktidarın evdeki hesabının çarşıya ne derece uyacağını hep birlikte göreceğiz.