Bugün, Cumhuriyet’in kazanımlarına saldıranlar, aslında kendi karanlıklarının korkusunu yaşıyorlar.

Cumhuriyet…
Bir yönetim biçimi değil sadece; bir bilinç, bir direniş, bir yeniden doğuş kararı.

Ve bu karar, 1923’te, yalnızca siyasi bir sistem değil, aynı zamanda kültürel bir devrimin ışığını yakmıştır bu topraklarda.

İşte Halide Edip’in kalemi ve Muhsin Ertuğrul’un kamerası ile 1923 tarihli “Ateşten Gömlek” filmi, tam da bu dönüşümün estetik yankısıdır…Bir milletin külünden sanatla dirilişidir.

Cumhuriyet, bir zihinsel devrimdir. Ve devrimler, bir kere olduktan sonra hafızadan kolay kolay silinmez. Silinemez…

Bugün, Cumhuriyet’in kazanımlarına saldıranlar, aslında kendi karanlıklarının korkusunu yaşıyorlar. Çünkü bilirler ki bir kez aydınlanan göz, artık karanlıkta rahat edemez. Cumhuriyet o gözlerin adıdır. Cumhuriyet bir armağan değil, bir emanettir.
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” diye tarif ettiği o ideal, bugün hâlâ tamamlanmayı bekleyen bir cümledir. Ve bu cümle, bizim kalemimizdedir.

“Ateşten Gömlek”, Türk sinema tarihinde bir ilktir. Çünkü bu filmde ilk kez Türk kadınları kamera karşısına geçmiştir. Bu cesaret, dönemin koşulları düşünüldüğünde yalnızca bir sanatsal yenilik değil, bir toplumsal devrimdir.
Ayşe karakterinin simgesel gücü, kadının erkeğin gölgesinden sıyrılıp doğrudan ulusun özgürlük mücadelesine omuz vermesini temsil eder. O artık yalnızca “vatanı bekleyen”, “cephedeki eşini, oğlunu bekleyen” değildir. Vatanın doğrudan kendisidir.

Cumhuriyet’in özünü anlamak için önce bu kompozisyonun altını çizmek gerekir.
Kadın özgürleşmeden, toplum özgürleşemez. Halide Edip’in kaleminde Ayşe,
“bir halkın vicdanı, bir ulusun onuru”dur. Bu film, işte o vicdanın ateşle sınandığı bir aynadır.
Ve her kadrajında, Mustafa Kemal’in “Cumhuriyet kadınla başlar” deyişinin yankısı vardır.

“Ateşten Gömlek” yalnızca bir film değil, Kuvayi Milliye’nin görsel yankısıdır.
Filmdeki asker, köylü, anne ve çocuk figürleri, Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”ndaki dizelerinde yankılanan çıplak ayaklı halkın ta kendisidir.

Şöyle der Nazım, dizelerinde…

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar…

korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar…

ve kahreden, yaratan ki onlardır…

destanımızda yalnız onların maceraları vardır…

Anadolu halkının verdiği mücadelenin destanı vardır Nazım’ın dizelerinde…

Karayılan’ın hikayesinde anlatır Antep halkının mücadelesini…

«Karayılan der ki : Harbe oturak,

Kilis yollarından kelle getirek,

nerde düşman varsa orda bitirek,

vurun Antepliler vurun, namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk

ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen

Karayılan'ı

ve Anteplileri

ve Antep'i

aynen duyup işittiğimiz gibi

destânımızın birinci bâbına koyduk.

Bitmez bu mücadelenin hikayesi. Nazım Anadolu’nun resmini çeker dizelerinde.

Payitaht bölgesinde ve İstanbullarda, varlığını, kimliğini ve hatta bedenlerini bile isteyerek düşmana sunan burjuva kesimin ve Anadolu köylüsü ile bağını tamamen koparmış, hanedanın devamından başka bir düşüncesi kalmamış Osmanlı’nın resmi vardır bu dizelerde.

Şöyle der Nazım;

Biz ki İstanbul şehriyiz,

işte, arzederiz halimizi

Türk halkının yüce katına.


Mevsim yazdır,


919'dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın

dört düvele teslim ettiler bizi,

gözü kanlı dört düvele

anadan doğma çırılçıplak.

Ve kurumuştu

ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan

bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri

yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz…

İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,

Türk halkından kesmişlerdi umudu.

Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :

«Amerikan mandası altına girelim,» diye.

«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma

bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,

birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,

şu halde, diyorlardı, şu halde,

Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil

Amerikan mandaterliğini talep etmeği

memleketimiz için en nâfi

bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.

Erzurum'un kışı zorludur balam,

buz tutar yiğitlerin bıyığı.

Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,

kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,

tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,

çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri

ve biçare telgraf telleri

devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu

şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
«Bizi bir başımıza bıraksalar,

tarafgirlik, cehalet

ve çok konuşmaktan başka müspet

bir hayat kuramayız.

İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.

İşte bu imkanlarda ortaya çıkan milli mücadelenin ateşi yakılır bu dizelerde.

Şöyle ekler Nazım dizelerine…

Düşündü birdenbire kayalardaki adam

kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu,

yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel

Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da

geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek

ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saatı sordu.

Paşalar : «Üç,» dediler.


Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.


Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı.

Muhsin Ertuğrul’un kamerası, işte bu “yorgun ama yılmayan halkın” gözlerinde, işte bu esarete boyun eğmeyen Mustafa Kemal’in izlerindedir.

Karanlık, yoksul ve yanık Anadolu’yu fon yaparken, her plan adeta Nazım’ın dizelerini taşır.

Sinemanın o dönem teknik yoksunlukları, aslında bir avantaja dönüşür.
Çünkü bu yoksunluk, filmin ruhuna “halkın çıplak gerçekliğini” katar.
Ne dekor süsleridir ön plandaki ne de teatral abartılar…

Her şey hamdır, çıplaktır, kanlıdır.

Tıpkı o dönemin Anadolu’su gibi.

1923’te, İstanbul’un sessiz sokaklarından Anadolu’nun tozlu yollarına uzanan bu film,
aslında bir ulusal bilinç manifestosudur.

“Ateşten Gömlek”, yalnızca savaşın değil, aydınlanmanın da filmidir. Çünkü bu filmde “savaş”, bir sonuç değil, bir bilinç sıçramasıdır.

Her kurşun, cehalete sıkılmıştır;

her kayıp, köleliğin bedelidir;

her sessizlik, direnişin yankısıdır.

Cumhuriyet, işte bu bilincin adıdır.

Ve bu bilincin sinemadaki ilk yankısıdır “Ateşten Gömlek”.

Bugün 29 Ekim.

Kırmızı beyaz bir bayrağın altında, yüzyıl öncesinden gelen o ateş hâlâ yanıyor.
Cumhuriyet, her kuşağın yeniden giydiği bir “ateşten gömlek”.
Bu gömlek, yoksul köylünün sabrından, cephelerde ölen isimsiz kahramanların terinden,
ve Ayşe’nin yüreğinden dokunmuştur.

Bu yüzden Cumhuriyet yalnızca bir yönetim biçimi değil, bir vicdanın adıdır.

Ve o vicdan, hâlâ yanmaktadır…

tıpkı 1923’te olduğu gibi,

tıpkı Halide Edip’in kalemindeki gibi,

tıpkı Muhsin Ertuğrul’un kamerasında olduğu gibi,

tıpkı Nazım’ın mısralarındaki gibi…

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

Sinema dolu günler…