Bugün mahkeme salonları adaletin mabedi değil, adeta bir “dosya fabrikası.” İçeri giren hiçbir insan hikâyesi biricikliğiyle görülmüyor. Karşısında bir insan değil, bir rakam, bir dosya numarası var sanılıyor. Oysa her dosya, bir hayatın özetidir; alın terinin, acının, umutların kâğıda sıkıştırılmış biçimidir.

Özgürlük, insan onurunun en kutsal payesi olması gerekirken, bizde hâlâ bir kalemin ucunda silinebilir bir not gibi görülüyor. Masumiyet karinesi anayasa kitaplarında yazıyor ama uygulamada çoktan hükmünü yitirmiş. İnsanlar, yargılanmadan cezalandırılıyor; mahkeme kararları gerekçesiz, infazlar vicdansız biçimde veriliyor. Böylece özgürlüğün değeri, yalnızca kağıt üstünde kalıyor.

Yargı, toplumsal öfkenin tribününü memnun etmeye çalıştığında, adalet yerle bir olur. Hâkim, alkışa değil, delile bakmak zorundadır. Kararın ölçütü, sadece ve sadece hukuka uygun delil olmalıdır. Delilsiz hüküm, sadece kâğıt üzerinde değil, tarih önünde de hükümsüzdür.

Bugün gelinen noktada yargının işlevi, hukuku koruyan bir kalkan olmaktan çıkıp; linç meraklısı kalabalığın gazını alan bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Oysa hukuk, kalabalığın tatmin aracı değil; insan onurunu koruma aracıdır. Bu gerçeği unutan her hâkim, aslında kendi kürsüsünü de, kendi vicdanını da boşluğa düşürür.

Çıkış yolu var mı? Var, ama bedeli kolay değil. Öncelikle her hukukçunun şunu hatırlaması gerekir: Ahlâk, en kalabalık yerden değil, en yalnız durulan yerden başlar. Linçin hipnozuna kapılmamak, yalnız kalmayı göze almayı gerektirir. Yargıç, “dosya sayısı” değil, “özgürlük” bilinciyle hareket etmedikçe bu çıkış yolu açılamaz.

Özgürlüğün aşağılandığı bir düzen, aslında hepimizi aşağılar. Çünkü özgürlüğün kutsallığı bir kişinin değil, bir toplumun şerefidir. Yargı, bu şerefi ayağa kaldırmadıkça; ne demokrasi, ne de adalet nefes alabilir.

Özgürlüğün anlamı

23 yıllık meslek hayatım boyunca cezaevlerinin müdafi görüşme odalarında aynı acı sahneyi defalarca izledim. Ben, masanın diğer tarafında otururdum; görüşme bittiğinde kapı açılır, elimi kolumu sallayarak dışarı çıkardım. Müvekkilim ise başı öne eğik, birkaç metrelik dar koridora geri dönerdi. Aynı masadan kalkmak, iki farklı dünyanın sınırını geçmek demektir. İşte özgürlüğün çıplak, acı gerçeği budur.

Ama burada bir kötülük var: özgürlük, hâkimin imzasına, bir mürekkep damlasına indirgendi. “Tutuklama” kelimesi hukuk terimi olmaktan çıktı; keyfi bir sopa, siyasal gösterge ve intikam aracı haline geldi. Masumiyet karinesi kitaplarda zarif bir terim; uygulamada ise tozlanmış bir hatıra. İnsanlar, suçlamalara cevap vermeden, itiraz etme şansı bulamadan yıllarca cezaevinde çürütülüyor hem de çoğu kez suçlamalar asılsız çıkıyor veya tutukluluk süresi verilecek cezadan daha ağır oluyor. Her gün, geri verilemez bir nefes eksiliyor.

Bu düzenin bir başka yüzü daha var: yargı, linç meraklısı kitlenin gazını almak için aleti oluyor; muhalifi susturmak, kendinde olmayanı cezalandırmak için araçsallaştırılıyor. Toplumsal öfke, yargının egemenliğini devralıyor; hakikat arayışı susturuluyor, vicdan hariç tutuluyor. Hukukun işi, kalabalığın tatmini değil, insan onurunu korumaktır ama bugün hâkimlerin elinde özgürlük, intikamı tatmin eden, muhalifi sindiren bir enstrüman gibi kullanılıyor.

Delilsiz hüküm, sadece mahkeme kağıdında değil, tarihin vicdanında da hükümsüzdür. Ancak bizde delilsiz kararlar veriliyor; gerekçesiz infazlar uygulanıyor. Bu, adaletin değil, intikamın zaferidir ve hukukun cenaze törenidir. Özgürlük bu topraklarda hâlâ en pahalı ve kırılgan hak; çünkü bir gün herkese lazım olacak.

Çıkış yolu var mı? Var ama bedeli var. Hukukçuların ve yargıçların yalnız kalmayı göze alması, delile, usule ve insan onuruna sadık kalması gerekir. Linç rüzgârına karşı durmak, muhalif sesleri korumak, hukuku intikam aracına dönüştüren pratikleri ortadan kaldırmak gerekir. Aksi halde özgürlüğün aşağılandığı her karar, hepimizin onurundan çalınan bir parçadır.

Adalet, kalabalığın alkışına değil; suskunluğun içindeki cesarete, yalnızlığın vicdanına ve hukukun soğukkanlılığındaki onura ihtiyaç duyar.

Vicdanı unutan yargı

Hâkimler özgürlüğün anlamını bilmez mi? Elbette bilirler. Ama bilmek başka, umursamak başkadır. Koltuğunun soğuk güvenliğinde vicdanını rafa kaldıran hâkim, kanunu en iyi bilen değil; zulmü en iyi uygulayandır. Kendisi karar vermek yerine kendisi için verilen kararı uygulayan hâkim, zulme boyun eğen değil; bizzat o zulmün mimarıdır.

Bugün yargı, sadece suçluyu cezalandırmak için değil, linç meraklısı kitlenin gazını almak, muhalifi susturmak, kendinde olmayanı cezalandırmak, hatta çoğu zaman intikam aracı olarak kullanmak için işliyor. Bu, yargının asli görevi değil, yozlaşmış işlevinin göstergesidir. Adaletin terazisiyle değil, öfke ve korkunun terazisiyle tartılan kararların adı “hukuk” olamaz.

Merhamet, yargıda acıma değildir; ceza verirken bile insan onuruna dokunmamaktır. Ceza, intikam değil; adaletin ifadesidir. Vicdanı unutan yargı, merhametsizdir. Merhametsiz yargı ise zulmün en çıplak hâlidir.

Bugün hâkim, kalabalığın öfkesini tatmin etmek için karar veriyorsa, o kürsüde artık yargıç yoktur; sadece linç kültürünün sözcüsü vardır. Böyle bir düzende özgürlük, en pahalı ve en kırılgan haktır. Çünkü yarın o linç, o intikam, o merhametsizlik hepimizin kapısını çalabilir.

Yargının itibarı ve devletin ciddiyeti

Bugün mahkeme salonlarında karşımıza çıkan manzara yalnızca bireysel özgürlüklerin değil, devletin de ciddiyetini yitirdiğini gösteriyor. Çünkü hukuk devletinin asli işlevi, kör ve cahil bir kötü niyetle özgürlükleri sınırlamak değil; bireyi korumak, devleti sınırlamaktır. Hukuk, iktidarın kalkanı değil, yurttaşın sığınağıdır.

Özgürlük, bireyin kendi hayatının efendisi olma iradesinden doğar. İnsanlar, kendileri adına karar verilen bir nesne ya da hayvana indirgenmeyi değil; özne olmayı, kimlikleriyle ve kişilikleriyle birer “kimse” olarak var olmayı hak ederler. Fakat ceza yargılaması insanı nesneye indirgemişse; hürriyet bu kadar ucuzlamışsa, bu ülkede hangi değer gerçekten güvende olabilir?

Unutmayalım: Adalet, dosya raflarında kaybolacak kadar sıradan değildir. Adaletin ciddiyetini yitirdiği yerde, devletin de ciddiyeti kalmaz. Çünkü yargının itibarı, yalnızca mahkeme salonlarının değil; bütün bir devlet düzeninin şerefidir.

Bugün yaşanan tablo bu nedenle yalnızca bir “yargı krizi” değildir; aynı zamanda bir “devlet krizi”dir. Yargı itibarını kaybettikçe, devlet de otoritesini değil, meşruiyetini yitirir. Özgürlüğün küçümsendiği bir düzen, aslında devletin kendi varlık sebebini küçümsemesidir.