“Sosyal medya, kamusal aklın değil, duygusal tepkilerin yeni mekânıdır.” der Castells.
Dijital platformların içerik akışı da artık fikir üretiminden çok, duygu üretimi üzerine işliyor. Özellikle toplumsal olaylarda -bu bir kadın cinayeti, bir çevre direnişi olabilir, adli ya da politik bir kriz olabilir- sosyal medya bir anda LİNÇ alanına dönüşmekte. Bu dönüşümde en çok etkileşim ve görünürlük bağımlılığının payı olduğu kanaatindeyim.
Türkiye’de dijital linç, artık sadece bir tepki biçimi değil; bir toplumsal arınma töreni haline geldi. Birine yöneltilen linç, çoğu zaman eleştiriden çok, dijitaldeki varoluşunu yeniden üretme aracı olmaktadır. Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramını hatırlayalım: insanlar güçlerini fiziksel olarak değil, sembollerle kurarlar. Bugün dijital dünyadaki bu semboller, retweet’ler, etiketler, alıntılar, postlar ve story’lerdir. Ve bunu sadece nefret söylemleriyle açıklayamıyoruz, aynı zamanda bir dijital aidiyet göstergesi olarak da bakmak lazım.
Son zamanlarda Türkiye’den Sumud Filosu ile yurt dışına çıkan aktivistlere yönelik linçler, bunun en açık örneği. Uzun süren bir vicdan yolculuğuna değil de, nerede, kimin önünde ve NASIL söylendiğine tepki gösteriliyor. Hatırlarsanız benzer linçler 6 Şubat depremlerinde afet bölgesinde popüler aktörler tarafından çekilen selfie’ler için de yapılmıştı. O dönemde “AFET TURİSTİ” kavramıyla linç edilmişlerdi.
AMAA bu tabloyu sadece linçle açıklamak eksik olur.
Çünkü buna karşılık zaman zaman popülizme kayan aktivist figürler de oluyor. Bazıları farkında olmadan (bazıları da gayet bilinçli şekilde) aktivizmi, bir tür kişisel marka inşasına dönüştürüyor. Ne yazık ki dijital çağda bugün aktivistlik, bazen eylemden çok görünümle ölçülüyor. İkbal Gürpınar örneği tam bu noktada örnek. Hashtag’ler, gözyaşları, filtrelenmiş videolar...Hepsi kullanıcılar tarafından birer dijital performans unsuruymuş gibi yorumlanabiliyor. Sonuçta iyi insan olmak etkileşim niceliğine indirgenebiliyor.
Ancak tüm tabloyu karartmak da doğru olmaz. Dijital çağ, bir yandan linç kültürünü beslerken, diğer yandan aktivizmin demokratikleşmesini sağladı. Eskiden sadece örgütlü yapılara ya da medyatik figürlere ait olan “ses çıkarma hakkı”, artık bireysel kullanıcıların da elinde. Yine de popülerleşen her alan gibi, aktivizm de bu görünürlük ekonomisinden etkileniyor. Burada mesele niyet değil; yapının doğası. Sosyal medya, ister istemez duygu ve görünürlük üzerinden çalışıyor. Dolayısıyla aktivistler, bir yandan meseleleri görünür kılarken, diğer yandan kendi görünürlükleriyle sınanıyorlar. Bu durum bazen yanlış anlaşılmalara, bazen de samimiyet tartışmalarına yol açıyor.
Sormamız gereken soru şu: İletişimsel akıl mı, dijital histeri mi?
Çünkü SUMUD olayında sosyal medya yine histerik iki kutba bölündü. Bir yanda aşırı duygusal tepkiler, diğer yanda duyarsızlık suçlamaları. Aktivistler, sanatçılar, gazeteciler… Bu histerik tepkiler içerisinde asıl mesele insan hakları, barış, çözüm ve vicdan kavramları görünmez hale gelebiliyor. Üstelik sonradan baktığımızda linç edenler, linç ettiklerine benzemeye başlıyor; olan ise kolektif vicdana oluyor.