Yakın zamanda Zürih Üniversitesi’nde yapılan bir deney, insan doğasının karanlık bir sırrını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Denekler, güven duydukları ortaklarıyla bir oyuna başlayıp ganimeti eşit paylaşma sözü verdiler. Fakat oyunun sonunda, güvendikleri ortakların ganimetin büyük kısmını gizlice kendilerine ayırdığını öğrendiler. Araştırmacılar bunun üzerine rencide olmuş deneklere, sözde “ortaklarından” intikam alma fırsatı sundular ve tam o anda, beyin aktivitelerini ölçtüler.

Ortaya çıkan sonuç ürperticiydi:
İntikam almak, beyinde tıpkı uyuşturucu madde kullanımıyla tetiklenen aynı ilkel haz merkezlerini ateşliyordu.
Yani adalet talebi sandığımız pek çok tepkinin derininde, insan doğasının en eski, en çıplak, en kontrolsüz dürtüsü yatıyordu.

Bu deneyden de anlaşıldığı üzere çağ değişti; fakat adaletin çehresi hâlâ bu ilkel fırtınanın karşısında kırılgan.
Bir zamanlar meydanlarda kurulan infaz törenleri bugün ekranların beyaz ışığı altında gerçekleşiyor. Artık kimsenin bağırmasına gerek yok; linç kalabalıkları sokaklarda değil, parmak uçlarında birikiyor.
Dijital alan yeni infaz meydanı; öfke ise yeni cellât.
Ve her hamlesinde insanın o ilkel haz mekanizmasını, o uyuşturucuya benzer “intikam hazzı”nı besliyor.

Toplumun farklı damarlarına baktığımızda, herkesin kendi mahallesinden olmayanı mahkûm etmeye hazır bir ruh hâlinde olduğunu görüyoruz. Sözün bittiği, öfkenin başladığı anlarda hukukun genel ilkeleri, kanun metinleri, ceza ölçütleri, suçun maddi-manevi unsurları birdenbire görünmez hâle geliyor. Yapılan değerlendirme hukuki değil; siyasi, duygusal, tepkisel. Her haksızlık, “bizden değil” diye meşrulaştırılıyor. Barbar ve ilkel toplumlarda olduğu gibi soyut suçlamalar üzerinden kitlelerin zulme maruz kalması, bireylerin suçsuzluğunu ispatlayıncaya kadar cezalandırılması olağan hale geliyor.

Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın “cumhurbaşkanına tehdit” suçlamasıyla tutuklanması…

Onun hemen ardından Furkan Bölükbaşı’nın, yine aynı suçlamayla cezaevine konulması…

Birbirinden tamamen farklı iki figürün, iki ayrı dünya görüşünün, iki ayrı toplumsal mahallenin insanının aynı iddiayla aynı akıbete uğraması, aslında ülkenin temel arızasını berraklaştırıyor: Artık kimse suça bakmıyor; kimin söylediğine, kimin yazdığına, hangi mahalleden olduğuna bakılıyor. Kendilerine zulmedildiğinde haksızlık yapıldığını düşünenler, kendi mahallesinden olmayana yapılan zulmü hakça ve adil sayıyor. Bu durum kuşaklar boyunca süren bir kan davası mantığının adaleti tahakkümü altına almasına neden oluyor.

Suçun unsuru yok, kast yok, tehdit kriterlerinin esamesi bile yok. Varsa yoksa öfkenin ve intikam arayışının şekillendirdiği bir algı var. Hukukun en temel ilkesi olan “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ve “suçu mahkeme kararıyla kesinleşinceye kadar herkes suçsuzdur” ilkeleri, toplumun hafızasında giderek zayıflarken; yeni bir ilke öne çıkıyor: “Bizimkine dokunma, ötekine dokunabilirsin.” Böyle olunca coşkun kalabalıkların zihnindeki kindarlık adaleti esir alıyor ve adaletin amacı saldırganın kanının dökmeye, acı çektirmeye, sefil bir hale düşürmeye dönüşüyor.

Yargının görevi suç yargılamasıdır; günah yargılaması değil.

Fakat bugün olan tam da bu: Toplum günah arıyor, yargı ise o günaha uygun bir ceza buluyor. Hukuk bir “hak ölçüsü” olmaktan çıkıp, toplumsal öfkenin ahlâkçı ritmine göre işleyen bir “hesaplaşma aracına” dönüşüyor. İntikamın insanın ilkel içgüdülerinden beslendiği, adaletin ise eğitim ve uygarlaşmanın gereği olan kişilik üstü bir hukuksal düzey olduğu göz ardı ediliyor.

Kenan Evren’in meşhur mantığını hatırlatan bir tablo bu:

“Bir sağdan, bir soldan” alınarak sözde adalet sağlandığı düşünülürdü.

Bugün ise “bir senin mahallenden, bir benimkinden” formülü uygulanıyor.

Günah eşitleniyor belki, ama adalet büyümüyor; aksine daralıyor. Kan adalet suyuyla değil, kanla temizlenmeye çalışılıyor.

Oysa adalet, sevdiğimize gösterdiğimiz zarafetten çok, sevmediğimize gösterdiğimiz ölçülülükte saklıdır. Kendimize yakın bulduğumuz kişiye hukuku hatırlatmak kolaydır; mesele, bize zıt olan biri için de aynı ilkeleri savunabilmektir. Bir insanın hakkını savunmak için onu sevmek zorunda değiliz. Ama bir insanı sevmiyoruz diye onun hukukunu yok sayarsak, aslında kendi hukukumuzu da yok saymış oluruz.

Bugün bir kesim Altaylı’nın tutuklanmasını alkışlıyor.

Başka bir kesim Bölükbaşı’nın tutuklanmasına seviniyor.

Her iki kesim de aynı yanlış terazinin önünde sıraya girdiğini fark etmiyor.

Oysa ki ayarı bozuk kantar, bir gün hepimizi tartar.

Adalet terazisinin ayarını öfke yapmaz; ilke yapar. İlke yoksa ölçü de yoktur.

Dijital çağ, hukuksuzluğu daha da hızlandırdı. Bir tweet atılıyor, birkaç saat içinde bir koro harekete geçiyor, sonra hakim-savcı süreçleri sosyal medyanın gölgesinde şekilleniyor. Aslında kimse dosyanın içeriğini bilmiyor; ama herkes hüküm vermek için yarışıyor. Bu, tam anlamıyla dijital bir engizisyon.

O gün meydanlarda bağıran kalabalıkların yerini bugün algoritmaların beslediği dijital topluluklar aldı.

Yargısız infazın mevsimi artık daha hızlı, daha gürültülü, daha acımasız.

Ama bir soru var ki, toplumun vicdanını aydınlatabilecek tek ışık odur:

“Ben sevmediğim biri için de hukukun uygulanmasını, adaletin tecelli etmesini isteyebiliyor muyum?”

Bu soruya verilecek dürüst bir “hayır” cevabı, yalnızca o kişiyi değil, bütün bir toplumu karanlığa çeker. Çünkü hukuk, şahısların değil, ilkelerin üzerine kurulduğunda geleceği taşır. İlkeler çökerse, geriye sadece kabile refleksleri kalır. Kabile refleksi ise devleti değil, kaosu büyütür. Bu tür toplumlarda gücü eline geçiren herkes bu gücü intikam fırsatına dönüştürür ve halk intikamlar döngüsünün karanlığına hapsolur.

Bugün olan biteni normalleştirmek, yarın kendi kapımıza dayanacak bir tehlikeyi alkışlamak demektir. İntikamı adalet sanmak, bireyin de toplumun da en ağır yanılgısıdır. Bizim ihtiyacımız, “bizden olmayanı cezalandıralım” anlayışı değil; “kime yapılırsa yapılsın hukuksuzluk hukuksuzluktur” diyebilen bir adalet bilinci.

Yargısız infazların dijital çağdaki görkemli dönüşünü izlerken unutmamamız gereken hakikat şudur:

Adalet yalnızca suçluya değil, masuma da lazım.

Bugün başkasının tutuklanmasına sevinenler, yarın aynı hukuksuzluğun mağduru olduklarında çok geç kalmış olacaklar.

Çünkü Ortaçağın o meşum Engisizyon zihniyeti geri döndüğünde, hiçbir mahalle kendini güvende sayamaz.

Ve unutmayalım:

Hukuk ölürse, geriye sadece öfke kalır.

Öfkenin kurduğu mahkemelerde ise kimsenin geleceği güvencede değildir.