Bir dönemin kapsayıcı mekânı olan sinemalar, yalnızca film izlenen yerler olmaktan çıktı; buluşmanın, sohbetin, bir arada duyguyu paylaşılan alanlar haline geldi. Ancak dijitalleşmenin hızı, streaming platformlarının çeşitliliği ve evde konforun cazibesi, sinemaların zarar görmesini kaçınılmaz bir sonuç olarak gösterdi. Pandemi sonrası toparlanma sinyalleri belirdi derken, şimdi enerji maliyetleri, kira giderleri ve yüksek yatırımlar gerektiren yeni teknolojik altyapılar gibi mali zorluklar, pek çok bağımsız salonun hatta bazı zincirlerin dikiş tutturmasını zorlaştırdı. Bir yandan büyük bütçeli blokbusterlar için kısıtlı ekran alanı, diğer yandan küçük bütçeli, sanatsal filmlerin sığ telaffuzlarıyla dolu afişler—her ikisi de sinemaların karşılaştığı çelişkileri gösteriyor.
Bu tabloyu tek yönlü bir umutsuzluk olarak okumak adil olmaz. Sinemalar, farklı biçimler ve modellerle ayakta kalabilme potansiyeline sahip. Kişisel deneyim açısından bakarsak, salonların büyüsü, yalnızca ışığın keskinliğinde değil; perdedeki gri tonlarda, koltukların hafif eskimiş dokusunda ve sessizliğin içinde yankılanan adımlarda saklı. Evdeki ekranlar büyüdükçe bile, bir salonun sunduğu ortak deneyim farklı bir şey: Bir başkasının kahkahası, birinin yüz ifadesinin değişimi, kentin ritmini paylaştığınız tek mekânda yayılan ortak sinema anı.
Geleceğe dair umut kırıntıları da yok değil. Bağımsız salonlar, topluluk odaklı programlar, yerel yönetimlerden gelen destek paketleri ve sinemaya özel etkinliklerle yeniden anlamlı bir ekosistem kurabilirler. Nitelikli gösterimler için daha esnek bütçeler ve daha yaratıcı iş modelleri geliştirilebilir: örneğin, haftalık tematik programlar, film festivallerinin daha geniş katılımı, gençlik ve öğrenci odaklı indirimler, orijinal ses sistemiyle deneyimi zenginleştiren iyileştirmeler. Teknoloji açısından da uyarıcı yenilikler geliyor: açık kaynaklı dijital projeksiyon çözümleri, enerji verimli cihazlar, sürdürülebilir salon tasarımları ve topluluk için finansal sürdürülebilirlik modelleri, daha erişilebilir ve dayanıklı bir sinema ekosistemi kurmayı hedefliyor.
Peki, sinemaların kapanmaması için ne gerekiyor? Öncelikle kamu-özel sektör işbirlikleriyle sahnelerin finansal güvenliğinin sağlanması şart. Bu, kira destekleri, vergi kolaylıkları ve yatırımcılara güven veren uzun vadeli planlar anlamına geliyor. Ancak tek başına finansal destek yeterli değil; içerik tarafında da çeşitlilik ve nitelik kilit rol oynuyor. İzleyiciyi salonlara çekmek için sadece büyük bütçeli blockbuster’lar yeterli değildir; yerel yapımlar, klasikler, restorasyon projeleri ve izleyiciyle doğrudan etkileşime geçebilecek programlar da gerekli. Ayrıca genç izleyiciye ulaşmak için esnek programlar, akıllı telefonla rezervasyon ve kolay ulaşım seçenekleriyle salon deneyimini günlük hayatın bir parçası haline getirmek lazım.
Toplumsal hafıza açısından da sinemaların kapanması, kentlerin anılarını da azaltır. Bir mekânın kapanışı, sadece ışıkların sönmesi değildir; sohbetlerin, karşılaşmaların ve ufuk açan fikirlerin de son bulmasıdır. Bu yüzden yazının son sözünü, birliktelik ve kendini yeniden keşfetme çağrısına bırakıyorum: Sinemalar, sadece film izlemediğimiz yerlerdir; bütünüyle deneyimlediğimiz kültürel bir alandır. Onları yaşatacak olan ise, izleyici olarak bizim alacağımız küçük büyük kararlar olabilir: En sevdiğimiz bağımsız salonlara destek olmak, yerli yapımlara ve öğrenci programlarına katılmak, topluluk programlarını yaygınlaştırmak ve sinemanın toplu hafızamızda hak ettiği yerini korumak için mahallelerimizde dayanışmayı güçlendirmek.