Gelirler azalırken, harcamalar artıyor. Özellikle maaşlı çalışanlar bunu çok yakından hissediyor. Nisan 2025 itibarıyla resmi TÜİK enflasyonu %37,86. Ama ücretlilerin hissettiği enflasyon %47,76. Bu 10 puanlık fark, mutfakta çok büyük bir boşluk yaratıyor.

Türkiye’de son yıllarda ekonomiye dair pek çok şeyi konuştuk. Enflasyonu, döviz kurunu, faizi, konutu, kirayı, gıdayı… Fakat bazen, rakamları o kadar çok tekrarlıyoruz ki, o sayıların hayatımızda neye tekabül ettiğini unutuyoruz. Grafikler, tablolar, yüzdelikler havalarda uçuşuyor… Ekranlarda, sayfalarda, radyolarda işler devinimle devam ederken hakikatteyse o rakamların arkasında çocuğuna dilediği gibi bir kahvaltı hazırlayamayan anneler, bu kış kombiyi sadece akşam 8’den sonra açabilmiş emekliler, ev sahibiyle üçüncü kez tartışan kiracılar var. Gerçek, çoğu zaman çok daha sessiz ve çok daha derin…

Şimdi biraz bu gerçeklerin çevresinde dolaşalım istiyorum. Türkiye son yıllarda konut satışında rekor üstüne rekor kırıyor. Son haftalarda günlük 7.000 konut satıldı. Üstelik çoğu kredisiz. Yani parayı basıp aldı birileri.

Her yıl 1 milyon 400 binin üzerinde konut satılıyor. Bu rakam başlı başına etkileyici. Ama aynı anda bir başka veriyi okuduğunuzda içiniz burkuluyor: Türkiye’de ev sahipliği oranı 2014’te %61,1’miş, 2024’te %56,05’e düşmüş. Yani ev satan çok, ama ev sahibi sayısı bunca satışa rağmen azalmış. Bir ülkede yılda bir milyondan fazla konut satılıyor ama insanların ev sahibi olma oranı geriliyorsa, orada barınma gereksinimleriyle yatırım gereksinimleri birbirine karışmış ve birileri ciddi anlamda zenginleşirlen birileri barınma konusunda daha ciddi problemler yaşıyor demektir.

Konut artık insanın başını soktuğu bir yer olmaktan çıkıp, başkasına kiralanarak para kazanılan ya da servet saklanılan bir araca dönüşmüş durumda. Bu durum, sadece fiyatlarla değil, zihniyetle ilgili.

Bir zamanlar bu ülkede konut kooperatifleri vardı. İnsanlar bir araya gelir, el birliğiyle kendi evlerini inşa ederdi. 1986 yılında üretilen konutların %36’sını kooperatifler yapmış. 1997’de bu oran %25’e, 2002’de %14’e, 2021’de ise %1’in altına düşmüş.

Neden mi? Çünkü önce kooperatiflere tanınan KDV muafiyeti parça parça kaldırıldı, en sonunda da genel orana çekildi. Yani bir araya gelip ucuz ev yapmanın yolu, vergi sistemiyle adım adım kapatıldı. Devlet, halkı değil, sektörün karını önceledi.

Ev alamayan kiraya çıkıyor. Peki kira ne durumda? 2025 Nisan itibarıyla Türkiye, Avrupa’da yıllık kira artışında açık ara zirvede: %89,2. İkinci sıradaki Karadağ’da bu oran %19. Aradaki fark 70 puan. Avrupa’nın büyük çoğunluğunda ise %5’i bile geçmiyor. Yani bir ülkede bir yıllık kira artışıyla Avrupa’daki 10 yıllık artış arasında neredeyse eşitlik oluşmuş durumda. Kirada oturmak da artık konforlu bir çözüm değil. İnsanlar, evi kadar ev sahibinden korkar oldu.

Enerji tarafında da işler kolay değil. Doğalgaz fiyatları son bir yılda %91 arttı. Sadece o değil Elektrik, su hepsi zamlanıyor. Her biri, özellikle kış aylarında dar gelirli haneler için ayrı bir stres kaynağı. Türkiye’de yıllık enerji enflasyonu %44,8. Avrupa’daki birçok ülke enerji fiyatlarını düşürmeyi başarırken, biz yıl boyunca gelen artışlarla boğuşuyoruz.

Çalışanların haliyse zaten iç açıcı değil. Türkiye’de çalışanların %25’i haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Bu oranla OECD’de ikinci sıradayız. İlk sırada Meksika var. Haftada 50 saatten fazla çalışıp hala geçinememek ise insanımızı hem fiziken hem de ruhen,yoruyor ve yaralıyor. Çünkü çok çalışmanın karşılığı olarak artık kimse huzur, gelecek veya mütevazı bir birikim beklemiyor. İnsanlar sadece ay sonunu görmek istiyor.

Bu ağır çalışmanın karşılığında alınan pay gerçekten çok düşük. 2024 itibarıyla Türkiye’de emeğin milli gelirden aldığı pay %35,8. Avrupa’daki birçok ülkede bu oran %60–70 bandında. Yani Türkiye’de çalışanlar, ürettikleri değerin üçte birinden azını alıyor. Gerisi kime gidiyor? Sorunun cevabı karmaşık değil ama can sıkıcı.

Gelirler azalırken, harcamalar artıyor. Özellikle maaşlı çalışanlar bunu çok yakından hissediyor. Nisan 2025 itibarıyla resmi TÜİK enflasyonu %37,86. Ama ücretlilerin hissettiği enflasyon %47,76. Bu 10 puanlık fark, mutfakta çok büyük bir boşluk yaratıyor. Sebze, meyve, süt, et… Her ay biraz daha uzaklaşıyor insanın masasından. Ve bu tablo birkaç ayın meselesi değil, kalıcı bir hale geldi artık…

Gençler ne durumda desek?

Türkiye’de 15–29 yaş arası her dört gençten biri ne bir işte çalışıyor ne de bir okula gidiyor. 2025’in ilk çeyreğinde, bu “ev genci” sayısı 4 milyon 749 bin olmuş. Bu sayı ne işsizlik verilerinde tam yer buluyor ne de eğitim politikalarında. Ama onlar tam olarak ortada durup bir umutsuzca bekliyorlar. Ekran başında, odalarında, kafelerde… Boşa geçen en verimli yıllar. Üretmeden ve sadece tüketerek!

Reel sektör de finansal açıdan bu sıkışıklıktan nasibini aldı tabiki. 2025’in başından itibaren ticari kredi artışı %16,5 olmuş. Ama aynı dönemde batık kredi oranı %28,5 artmış. Yani şirketler krediye ulaşamıyor, ulaşanlar da geri ödemede her geçen gün zorlanıyor. Finansman sıkıntısı, özellikle KOBİ’ler için hayati risklere dönüşüyor. Bu durum büyümenin değil, içeriden birikmiş sorunların dışa vurması.

Evet, tüm bu karamsar tablo, tek bir günde oluşmadı. 2017’den bu yana her yıl bir adım daha erteleme yaşandı. Önce varlık barışları ve KGF destekleriyle piyasaya can verildi. 2018’de finansal yeniden yapılandırmalarla sorunlar ötelendi. 2019’da swaplarla döviz baskılandı. 2020’de pandemiye sığınıldı; borçlar ertelendi, takipteki alacakların sınıflandırılması değiştirildi. 2021 ve 2022’de ise negatif reel faizle kredi genişletildi, ücretler yapay biçimde artırıldı, halka arzlarla sermaye piyasası hareketlendirildi.

Ama her çözüm, bir sonraki sorunu daha da büyüttü ve en nihayetinde karşımıza kocaman bir canavar dikili verdi. Kaskatı bir enflasyon…

Belki en çarpıcı örnek 2023 Mayıs’ına ait. O dönemde yapılan tahmine göre, 2025 Mayıs’ında yıllık enflasyonun %17,74 olması bekleniyordu. Bugün o oranın neredeyse üç katındayız. Bu da sadece ekonomi yönetiminin değil, genel olarak öngörü mekanizmalarının da ciddi bir zafiyet yaşadığını gösteriyor.

Tüm bunları sıralarken farkındayım; tablo umut verici değil. Ama karamsarlık da çözüm değil. Çünkü bu ülkenin her döneminde sorunlar vardı. Ama bir şekilde, insanlar inatla yaşadı, üretti, mücadele etti.

Şimdi de aynı noktadayız. Elbette çözümler kolay değil. Yapısal değişim gerektiriyor, siyasi irade gerektiriyor, zaman ve sabır gerektiriyor. Ama hala geç değil. Hala çok kıymetli bir beşeri sermayemiz, üretim kabiliyetimiz ve genç nüfus potansiyelimiz var.

Bugün yaşadıklarımız, doğru teşhis ve kararlı adımlarla tamir edilebilir.

Kolay mı? Elbette değil.

Zaman alır mı? Evet.

Tüm bunlara rağmen mümkün mü? Kesinlikle…

Şapkayı önümüze koyduğumuzda tablo acı görünse de inşallah bir yolunu bulup bu sıkıntıları da hep birlikte geride bırakacağız.

Daha önce yaptık, yine yapabiliriz…

Sadece nasıl yaptığımızı hatırlayıp aynı yöntemi günümüze uyarlayarak tekrar etmemiz gerekiyor…