Tarkovski şaheseri “Stalker” filmi kamerayı değil vicdanı çamura bulayan bir yönetmenin serzenişidir ve bu doğrultuda Stalker onun en kirli, en kutsal duasıdır.

İsimsiz bir şehir, suskun bir “bölge” …

Tanrı’nın çoktan istifa ettiği bir evrende, üç adamın içe doğru yaptığı yürüyüşün kompozisyonu…

İnsanlığın kurtuluş değil, kendini arama çabası…

Tarkovski şaheseri “Stalker” filmi kamerayı değil vicdanı çamura bulayan bir yönetmenin serzenişidir ve bu doğrultuda Stalker onun en kirli, en kutsal duasıdır.

Dışarıdan bakıldığında bu film bir yolculuk hikâyesidir. Ama içeriye girince karşı konulamaz bir iman testinin içinde buluruz kendimizi. Çünkü “bölge” denilen yer, dış dünyanın değil, insanın içindeki Tanrı boşluğunun coğrafyasıdır.

Her adım bir günah, her nefes bir tövbedir burada. Tarkovski’nin kamerası bir Tanrı gibi davranmaz. Yaratmaz, sadece seyreder. İzler, bekler ve susar. Çünkü bu evrende anlam, sessizlikte saklıdır. Stalker, bilge değil, bir peygamberin çığlığı gibidir.

Artık mucizeler yaratamayan, ama hâlâ mucizeye inanmak zorunda kalan bir ruhun çırpınışıdır o.

Yazar karakteri kelimelere sığınmıştır. Bilim adamı ise akla…

Ama “bölge” ne sözcük dinler ne formül. Orada akıl çürür, dil çöker. Geriye sadece iç sesin pası kalır.

Stalker’ın çamurlu yollarında yürümek, Nietzsche’nin çığlığının yankısını duymaktır.
Ama Tarkovski o çığlığa şöyle cevap verir gibidir…

“Tanrı ölmedi, sadece kimse artık O’na gitmiyor.”

Çünkü modern insan artık inancı değil, olasılığı satın alır. “Bölge”ye girmek bile bir yatırım hamlesine dönüşmüştür. İnsan, mucizeyi ararken bile kapitalizmin diliyle dua eder.

Stalker’ın rehberlik ettiği yol, aslında insanın kendi içindeki “oda”ya yürüyüşüdür.
Ve o odada, dilekler değil, çıplak gerçekler gerçekleşir. İnsan orada ne dilediyse değil, gerçekte kimse odur. Tarkovski’nin en büyük kehaneti de budur aslında…İnsanın en büyük korkusu, kendi arzularıdır.

Yazar, anlam aradığını söyler ama aslında unutulmaz olmayı diler. Bilim adamı gerçeği aradığını iddia eder ama yalnızca kontrolü ister. Stalker ise inanan tek kişidir, ama onun inancı bile sistemsiz bir deliliktir.

Film boyunca paslı metal sesleri, su damlaları, bozulmuş mekanizmaların iniltileri duyulur. Ama o sesler belki de medeniyetin son nefesleridir. Tarkovski burada teknolojiyi değil, ilerlemenin boşluğunu anlatır. Modern insan gökdelenler yapmıştır ama göğe çıkamamıştır. Artık Tanrı’ya değil, şebeke bağlantısına dua eder haldedir. Bölge’nin yasak olması da bundandır aslında… Çünkü orada ihtiyaç olan şey vicdanın ta kendisidir.

Stalker’ın dünyası, Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” sözünü doğrular niteliktedir. Çünkü bu üç adam birbirini anlar durumda değildir. Herkes kendi iç sesine gömülmüştür.
Bölge’de bile “birlik” yoktur, sadece yalnızlıkların yankısı vardır.

Tarkovski’nin sineması bu yalnızlığı romantikleştirmez, onun yalnızlığı ilahi bir cezadır. İnsanlar Tanrı’ya değil, birbirine yabancılaştığı için kaybolmuştur.

Her totaliter düzenin bir “bölgesi” vardır. Girilmesi yasak, konuşulması tehlikeli, düşünülmesi bile suç sayılan o görünmez sınır… Tarkovski’nin Stalker’ındaki “Bölge”, yalnızca bir yer değil; insan ruhunun yasaklanmış alanıdır. Oraya giren herkes ya delilikle ya da aydınlanmayla döner. Çoğu da geri dönemez zaten. Çünkü hakikate yaklaşmak, rejimin nefesini ensende hissetmektir.

“Bölge”, korkunun coğrafyasıdır. Haritalarda görünmez ama her zihin onu bilir. Devlet, bu bölgeyi “tehlikeli” ilan etmiştir. Oysa tehlike hakikatin kendisidir. “Oda”ya varmak, artık hiçbir yalanın seni tutamayacağı bir noktaya ulaşmaktır. Orası insanın kendisiyle yüzleştiği, otoritenin hükmünü yitirdiği son mekândır. Ve bu yüzden “oda” hep yıkık, paslı, rutubetli görünür. Çünkü özgürlük hiçbir zaman temiz bir masal değildir.

Stalker, totaliterliğin laboratuvarıdır. Burada insan, kendi arzularının bile gözetimi altındadır. Her adımın bir anlamı, her sözün bir bedeli vardır. İnsan, kendi bilincine mayın döşeyen sistemin ortasında yürür. Yazar, burada düşüncenin ölü doğduğunu fark eder. Bilim insanı, bilginin iktidara dönüşme hızını. Ve Stalker… o, bu ikisini de taşır sırtında, tıpkı hakikati sırtında taşıyan bir peygamber gibi.
Ama onun taşıdığı Tanrı, artık konuşamaz haldedir. Çünkü çağımızda Tanrı, sansürle susturulmuş bir iç sestir aslında.

Her rejim kendi “Tanrı”sını yaratır. Bu Tanrı, güvenlik kamerası gibi izler, yasak tabelası gibi susar.
Ve insan, diz çökmeden dua edemez hale getirilir. İşte Stalker’ın rehberliğindeki yolculuk, bu diz çöküşe karşı bir başkaldırıdır. İnancın değil, iradenin yolculuğudur bu.

“Bölge” iktidarın gölgesidir;

“Oda” o gölgenin altındaki direniş kıvılcımıdır.

Tarkovski’nin kamerası burada Tanrı gibi değil, vicdan gibi davranır. Uzaktan izler, yargılamaz, ama kaçışı da imkânsız kılar. Tarkovski’nin kullandığı uzun sekanslar, tıpkı baskı rejimlerinin zaman kavramı ile oynadığı gibi, insanın sabrını sınar haldedir. Çünkü baskı da bir ritüeldir. Seni usandırmak, direncini kırmak ve seni kendinden vazgeçirmektir amaç.

Ama “bölge”, her baskının içinde filizlenen bir umut gibidir. Bazen terk edilmiş bir kilisede, bazen bir tünelde yankılanan bir nefeste saklıdır. Sistem her şeyi kontrol edebilir, ama bir insanın neyi arzulayacağını asla.

Stalker, işte bu yüzden yalnız bir filmdir ve yalnızlar için yapılmıştır. Çünkü inanan da sorgulayan da direnen de sonunda yalnız kalır. Ama insanın tarihini değiştiren hep o yalnızlardır.

“Bölge”ye girmek cesaret ister;

“Oda”ya ulaşmaksa bedel.

Ama en büyük suç, hiç yola çıkmamaktır.

Bu filmdeki “bölge”, totalitarizme getirilmiş bir başkaldırı olduğu kadar, bugünün dijital diktatörlüklerine de ayna tutar. Bugün “bölge” internettir, sansürlenmiş haberlerdir, algoritmalarla formatlanmış bilinçtir. Artık susturulmuş modern kölelerin tepesinde sallanan baskı silah değil, veriler ve istatistiklerdir. Ve “oda”, belki artık bir ekranın karanlığında kalan son özgür düşüncedir.

Tarkovski’nin sesi, mezarından bile fısıldar…

“Gerçek sanat, iktidarın hoşuna gitmemelidir.”

O yüzden Stalker, bir film değil, bir bildiri, belki de bir yakarıştır. İnsanın, kendi korkusunu aşma cesareti üzerine yazılmış en uzun yakarış.
Film bittiğinde hâlâ ne “oda”yı görürüz ne “mucizeyi.” Çünkü Tarkovski’nin sinemasında cevap değil soruya sadakat vardır. Stalker diz çöküp ağladığında, aslında Tanrı’ya değil, insana inanmaya çalışan bir delinin duasını eder.
Ve o dua, hâlâ kulaklarımızdadır:

“İnanmak istiyorum, çünkü başka hiçbir şey kalmadı.”

Sinema dolu günler…