Tüm bu yaşananlar, 2010 yılında Gazze’ye insani yardım götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırıyla birebir benzerlikler taşıyor.
Bilinen bayramlar sevgi ile kucaklaşmanın bir simgesidir. Ne yazık ki Filistin’deki öyle pek bilinen bayramlardan değil. Bayram bile yaşayamadılar Birkaç yıldır varlığını ağır bir şekilde devam ettiren abluka son derece şiddetli bir şekilde savaş ve yoksulluk altında devam ediyor. Un çuvallarının içerisine patlayıcıların olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. Burada açlık ve yoksulluk da artık bir savaş kazanma stratejisi. Sivilleri açlıkla, yoksullukla terbiye etmeye çalışan bu stratejiler var olduğu sürece iki taraf da ne yazık ki barışı tadamayacaktır.
İsrail-Filistin krizi yeni vuku bulan bir olay değil ne yazık ki. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra İsrail’in kurulması ile uluslararası ilişkiler de kırılganlaşarak krizler doğmaya başladı. Bu krizler 1967’deki Altı Gün Savaşı ve 2000’li yıllardaki İntifada hareketleriyle daha da derinleşti.
2007’den bu yana ise Gazze Şeridi kara, hava ve denizden abluka altında. İsrail savunmalarında bunu kendi egemenlik alanının güvenliğini sağlamak amaçlı yaptığını belirtiyor. Fakat ablukanın pratik sonuçlarında ise sivillerin temel gıdalara erişiminde, hijyen maddelerine erişiminde, temiz suya erişiminde ciddi noksanlıklar yaşanırken güvenli ve sağlıklı alanda yaşama hakları ihlal edildi. İsrail’in bu tutumu uluslararası hukukta kolektif cezalandırma olarak isimlendirilmesi çok yerindedir. Çünkü Gazze Şeridi’ndeki silahlı unsurlara yönelik gerçekleşen bu operasyonlar bölgedeki yerel halkı da etkileyerek hak ihlalleri oluşmasına sebep oldu. Toplu cezalandırma yöntemi olarak kullandı İsrail bunu.
Uluslararası hukukta, özellikle de Cenevre Sözleşmesi’nde sivillerin savaşın yıkıcı etkilerinden korunması gerektiği sıkça dillendirilir. Bu bağlamda sivillerin hayatlarını idame etmek için kullandıkları fabrikaları ve yaşam alanlarını, hastaneleri kasıtlı yollarla vurmak ve buralarda insan hakları ihlallerini yaratacak koşulları oluşturmak da savaş suçları kapsamında dahi değerlendirilebilir. Birleşmiş Milletler raporlarında da sıkça dillendirilen bu hak ihlallerinin altyapısını oluşturan bu abluka, insan haklarını samimi bir şekilde savunan herkes tarafından eleştiriliyor.
2010 yılında Gazze’ye yardım götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisinden sonra en çok dikkat çeken insani yardım inisiyatifi olan Madleen gemisi ismini Gazze’deki tek kadın balıkçı olan Madleen Kolomb’dan alıyor. Kolomb, erkeklerin denize çıkmasının yasaklandığı çok kritik bir dönemde küçük teknesiyle avlanmaya çıkarak ailesine bakmış, aynı zamanda toplumda rol model olmuştu. Filistin halkına verdiği bu ilham, bu geminin de sebeb-i eseri olmuştu.
Madleen gemisinin amacı, uygulanan ablukayı sembolik de olsa delmek ve Filistin’e insani yardımda bulunmaktı. Gemi Gazze’ye doğru yol alırken, uluslararası sularda İsrail donanması tarafından durduruldu. Öncelikle bu gemiye yapılan müdahalenin, 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS)’ne göre tamamen aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Uluslararası sularda bulunan bir gemiye müdahale edilebilmesi için bu geminin kamu güvenliğini ciddi şekilde ihlal etmesi gerekir. Bu ihlaller deniz korsanlığı, insan ticareti, silahlı saldırı gibi ciddi sansasyonel olaylar dahilinde olmalıdır. Dolayısıyla bu müdahalenin siyasi bir yönünün olduğunu anlamak da zor olmasa gerek.
Durdurulan gemide bir süre sonra aktivistlerle iletişim kesildi, daha sonra da İsrail yetkilileri geminin Aşdod Limanı’na çekildiğini, katılımcıların gözaltına alındıktan sonra sınır dışı edileceğini duyurdu. İsrail Dışişleri Bakanlığı, yayınladığı videoda aktivistlerin durumunun iyi olduğunu belirtti. Aktivistlerin yaptıklarının ‘şovdan ibaret olduğu’ da eklemeyi unutmadılar.
Tüm bu yaşananlar, 2010 yılında Gazze’ye insani yardım götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırıyla birebir benzerlikler taşıyor. Yine uluslararası sularda müdahale edilen Mavi Marmara Gemisi’nde 10 sivil hayatını kaybetmişti. Bu saldırı diplomatik krizlere konu olmuş, hatta Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne de taşınmıştı. O dönem Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen raporda müdahalenin meşru olabileceği söylense de, ölçülü olmadığı belirtilmişti. Ayrıca bu tarz müdahalelerin sivil inisiyatiflere zarar verdiği ve dayanışma kültürünü zedelediği de bariz bir şekilde açık.
Madleen gemisine yapılan müdahale yalnızca insani bir yardım girişiminin engellenmesiyle sınırlı kalmıyor elbette. Uluslararası hukukun temel ilkelerinin uygulanma alanını daraltıyor. Gazze'ye yönelen deniz ablukası pratikte silahlı unsurları hedef alsa da, orada bulunan kadınları, çocukları, yaşlıları, hayvanları, dezavantajlı grupları ve hayata tutunmaya çalışan herkesi kolektif bir şekilde hedef alarak cezalandırıyor. Burada artık bir düşman hukuku uygulanıyor. Artık yalnızca sembolik bir gaye değil, tüm insanlığı ilgilendiren yeni bir boyut kazandı.