“Dark City” filminin atmosferi, Alman dışavurumculuğunun karanlık atmosferiyle örülmüş bir hapishane gibidir. Yüksek binalar, dar sokaklar, hiç doğmayan güneş…

Alex Proyas yönetmenliğinde 1998 yılında çekilmiş “Dark City” filmi, John Murdock karakterinin etrafında döner. Murdock bir sabah nasıl geldiğini hatırlamadığı bir otel odasında, vahşice işlenmiş bir cinayetin tam ortasında uyanır. Hafızasını kaybetmiştir ve ne olduğuna dair en ufak bir fikri yoktur. Cinayetin zanlısı olarak aranmaktadır. Etrafında olan biteni anlayabilmek için araştırmalara başlar ve giderek çözüme ulaşır. Şehirde her gece saat 12’de zaman durmakta, insanların hafızaları silinmekte ve şehirdeki herkes “The Strangers” olarak tanımlanan yaratıkların, insan beynine hakim olduğu bir trajedi ile uyanmaktadır.

“Dark City” sinema tarihinin çoğu zaman gölgede kalan ama aslında modern varoluş sancılarını en iyi anlatan filmlerinden biridir. Yönetmen Alex Proyas, koca bir şehri karanlığa hapsetmekle kalmaz, aynı zamanda insanlığın bilincini, iradenin ne anlama geldiğini de bir laboratuvar masasına yatırır. Şehir karanlıktır, çünkü insanlar ışığı kaybetmiştir. Ve ışık, yalnızca fiziksel bir güneş değil, iradenin, özgürlüğün ve “kendin olabilmenin” sembolüdür.

Murdock’un hikâyesi aslında hepimizin hikâyesidir. Hepimiz Dünyaya seçme şansımızın olmadığı bir kimlik kartıyla, bir aileyle, bir coğrafyayla doğarız. Bu, semavi dinlerdeki Adem metaforunda bize verilmiş olan “elma”dır. Fakat her şeye rağmen tıpkı Sartre’ın dediği gibi “özümüzden önce varoluşumuz gelir”, yani ne olacağımıza biz karar veririz. Elmanın kaderi elma olmaktır, ama insanın kaderi kendi ellerinde yazılır. Murdock’un iradesi işte tam burada devreye girer. Karanlığı kabul etmez. İşte insanı insan yapan, sürüden ayıran, otoriteye meydan okutan o cılız ama ölümcül söz budur… “Hayır.” Diyebilmek.

Filmde yabancı (The Strangers) olarak tanımlanan varlıklar aslında toplumların üzerimize dayattığı rollerin ta kendisidir. Patronun, devletin, ailenin, dinin ya da herhangi bir otoritenin bize biçtiği hayata dair bir metafordur bu. Uysal bir çalışan, sadık bir eş, itaatkâr bir vatandaş. Ve biz, çoğu zaman, sorgulamadan bu maskeleri takarız. Ama Murdock maskeyi reddeder. Şehrin mimarisini değiştirdiği sahne, aslında bireyin kendi hayatının mimarı olabileceğine dair bir manifestodur. Bize dayatılan hayatın ötesinde, kendi ışığımızı yaratabileceğimiz bir ihtimal olduğunu gösterir belki de. Aslında bu durum, Nietzsche’nin “insan, aşılması gereken bir varlıktır” sözünü hatırlatır bizlere. Çünkü Murdock, yalnızca yabancıları değil, aynı zamanda kendi içindeki korkuyu da aşmak zorundadır. Asıl düşman karanlık değil, o karanlığa boyun eğmeye hazır olan ruhumuzdur. Ve ne ironiktir ki, film boyunca şehir güneşi hiç görmez. Ta ki bir insan kendi iradesiyle ışığı yaratmaya karar verene kadar.

Murdock’un güneşi, sadece şehrin üzerine değil, insanın içindeki zincirlere de doğar. Ve belki de film, tek bir cümlede özetlenebilir. İrade, insanın kendi evrenini inşa etme gücüdür. Karanlık, sadece o iradeyi terk ettiğimizde sonsuza dek kalıcı olur.

Yönetmen Alex Proyas’ın sorduğu soru, insanlık tarihinin en kadim sorularından biridir. “Kimliğimizi soyarsanız geriye kalan nedir?”. Bu, aslında ilahi bir sorgulamadır. Platon’un “mağara alegorisi” tam da bu noktada devreye girer. Gölgelerin gerçek sanıldığı bir evren, zincirlerini kırıp mağaradan çıkan tek bir insan ve ardından gözümüzü kamaştıran ışık. Murdock’un serüveni işte budur. Gölgelerden hakikate yürüyen insanın trajedisi. Bu anlamda Murdock, sahte olanın farkına varan ve gerçeğin yükünü taşımak zorunda kalan kişidir.

“Dark City” filminin atmosferi, Alman dışavurumculuğunun karanlık atmosferiyle örülmüş bir hapishane gibidir. Yüksek binalar, dar sokaklar, hiç doğmayan güneş… Bu, aslında modern insanın kentteki ruh halidir. Amerikalı ressam Edward Hopper’ın tablolarında gördüğümüz yalnızlık ve soğukluk burada ete kemiğe bürünür. İnsanlar yan yana yaşar ama birbirine yabancıdır. Gündelik rollerini oynarlar ama aslında zincirlenmiş mahkumlardır. Ve en acısı, bu zincirlerin farkında bile değillerdir.

Filmde, Yunan mitolojisinin tanrılarının, insanları iplerle oynattığı motifleri de hissederiz. Yabancılar, gökyüzünde taht kurmuş tanrılar gibi, insanların hafızasını siler, kimliğini değiştirir, kaderini yeniden yazar. Bir bakıma Zeus’un gazabına uğramış Prometheus’tur Murdock. Çünkü o, ateşi, yani “özgür irade”yi çalmaya cüret etmiştir. Fakat asıl soru şudur, irademiz gerçekten bize mi aittir, yoksa bizi biz yaptığını sandığımız şeyler de başkalarının elleriyle şekillendirilmiş midir?

Türkiye’nin bugünkü toplumsal halini düşününce film büsbütün güncel bir alegoriye dönüşür. Karanlık şehrin sakinleri, bugün sürüleşmiş toplumun bireyleri gibidir. Onlara sürekli yeni kimlikler verilir. Kimlikler manipüle edilir, hafızalar silinir, tarih yeniden yazılır. Ve halk, tıpkı karanlık şehrin mahkumları gibi, bu oyunu “gerçek” sanarak yaşamaya devam eder. İnsanlar liyakatsizliğin, yoksulluğun, yozlaşmanın faturasını hep başkalarına kesmektedir. Fakat en büyük eksiklik aslında kendi iradelerinden vazgeçmeleridir. “Böyle gelmiş, böyle gider” cümlesi, yabancıların zihnimize fısıldadığı en tehlikeli yalandır. Oysa karanlığı yaran güneş, ancak bir bireyin “artık yeter” demesiyle doğacaktır.

Bu anlamda Murdock’un yolculuğu bize şunu hatırlatır. Özgürlük, hatırlama cesaretidir. Kendin olmanın, zincirlerini kırmanın yolu, dışarıdan dayatılan kimlikleri reddetmekten geçer. Nietzsche’nin “İnsanın en büyük trajedisi, kendisi olmayı reddetmesidir” sözü burada yankılanır.

Son kertede Dark City, sadece bir bilimkurgu filmi değil; insanın kendi mağarasından çıkma cesaretine dair bir manifestodur. Ve belki de şu aforizmayla özetlenebilir:
“İnsanı karanlığa mahkûm eden şey, güneşin yokluğu değil; kendi ışığını yakmaya cesaret edememesidir.”

Sinema dolu günler.