Hikâye yer yer yorucu, zaman zaman fazla teatral; fakat tüm bunlara rağmen güçlü bir şey söylüyor. Kendini kaybetmek, bazen en büyük kazanımdır.
Türk televizyonunda bir yapımın büyük ses getirmesi çoğu zaman yıldız oyuncular, güçlü tanıtım kampanyaları ve sosyal medya ilgisiyle açıklanır. Ancak ‘Kral Kaybederse’, bu görünür unsurların ötesinde, izleyiciyi rahatsız eden bir gerçekliğe temas ettiği için konuşulmayı hak eden bir dizi. Çünkü bu hikâyede kaybeden bir kral yok; herkesin içindeki kırık tahtların, çocuklukta açılmış yaraların ve yetişkinlikte taşınan maskelerin hikâyesi var.
Dizi, modern toplumda güç ile kırılganlığın birbirini nasıl zehirlediğini, başarı hikâyeleriyle parlatılmış hayatların altında hangi karanlık odaların bulunduğunu incelikle gösteriyor. Ana karakterin gücünü kaybetme korkusu, izleyiciye tanıdık gelen bir gerilim yaratıyor; ‘Güç dediğimiz şey gerçekten bize ait mi, yoksa kaybetmemek için ömrümüzü tükettiğimiz bir yanılsama mı?’
Dizinin psikolojik derinliği, özellikle karakter inşasında kendini belli ediyor. Başka yapımlarda çoğu zaman karikatürize edilen narsistik kişilik özellikleri burada insanileştirilmiş, nedenleriyle birlikte ele alınmış durumda. Seyirci, ‘kötü adam’ı izlemiyor; çocukluğunda onay görememiş, sevgi açlığını başarı kılıfıyla kapatmaya çalışan bir yetişkini görüyor.
Bu açıdan bakıldığında ‘Kral Kaybederse,’ Türk dizi sektöründe uzun zamandır eksikliği hissedilen bir şeyi yapıyor. Karakteri bir sonuç olarak değil, bir süreç olarak anlatmak. Travmaları, savunma mekanizmalarını, güvendiği duvarların aslında çürük olduğunu adım adım gösteriyor.
Dizinin en tartışmalı taraflarından biri ise kadın karakterlerin ele alınışı. Her biri farklı biçimlerde kırılmış, farklı biçimlerde güçlenmiş portreler. Yapım, kadınların yalnızca acı çeken figürler değil; aynı zamanda manipülasyonun, sevginin, intikamın, bağımlılığın ve özgürleşmenin aktörleri olduğunu hatırlatıyor. Bu çok katmanlı yaklaşım, Türk televizyonundaki klasik ‘mağdur kadın’ anlatısının ötesine geçiyor.
Ancak bu noktada eleştirilmesi gereken bir yan da var; bazı sahnelerde travmaların dramatize edilme biçimi zaman zaman ölçüsünü kaçırıyor ve izleyicinin duygusal etkilenmesini amaçlayan bir gösteriye dönüşebiliyor. Bu durum, dizinin psikolojik gerçekliğini yer yer gölgeliyor.
Dram türünde uzun diyaloglar ve derin psikolojik analizler kaçınılmazdır; fakat ‘Kral Kaybederse’ zaman zaman ritmini kaybediyor. Bazı bölümlerde karakterlerin içsel monologları neredeyse didaktik bir terapi seansına dönüşüyor. Öte yandan, dizi bunu bilinçli bir seçim olarak kullanıyor gibi. Hikâye ilerletmekten çok, ruh hâllerini gösteren bir perde aralığı yaratmayı tercih ediyor.
Dolayısıyla hızlı tüketilen yapımlara alışmış izleyiciler için tempo yer yer yorucu olabilir. Ancak anlatılmak istenen hikâyenin doğası düşünüldüğünde bu tempo bir eksiklikten ziyade bir tercihin sonucu gibi duruyor.
‘Kral Kaybederse’nin en güçlü yanı, kişisel çöküşü yalnızca dramatik bir final olarak değil, aynı zamanda bir dönüşüm alanı olarak işlemesi. Dizi, ‘kaybetmek’ kelimesine yeni bir anlam yüklüyor. Burada kayıp, çürümüş bir egonun yıkılışı; yeniden inşa edilme ihtimalinin kapı aralığı. Kaybetmeden kendini bulamıyor.
Film, kusurlarıyla birlikte, cesaretli bir iş. Psikolojik derinliği, karakter inşası ve ilişkilerin karanlık yönlerini ele alış biçimiyle Türk dizi geleneğinde farklı bir yerde duruyor. Hikâye yer yer yorucu, zaman zaman fazla teatral; fakat tüm bunlara rağmen güçlü bir şey söylüyor. Kendini kaybetmek, bazen en büyük kazanımdır.