Darren Aronofsky'nin 1998 yapımı siyah-beyaz başyapıtı Pi, sadece bir matematikçinin zihinsel çöküşünü anlatmaz; aynı zamanda sistemin mutlak hakikat arayışında nasıl birer akıl yitimine dönüştüğünü, modern insanın gerçeğe olan saplantısının nasıl bir delilik hattı doğurduğunu yüzümüze tokat gibi çarpar. Sean Gullette'in can verdiği Max Cohen karakteri, Descartes'ın "düşünüyorum, öyleyse varım" önermesini alır; fakat bu düşünmenin sınırlarında o kadar derine iner ki, varoluşun kendisini bir hata olarak görmeye başlar.

Max'in inancı basittir: "Doğada bir düzen vardır ve bu düzen sayılarla ifade edilebilir." Bu, bilimsel düşüncenin temelidir ama aynı zamanda modern pozitivizmin de sarmalayan hülyasıdır. Max, evrenin mutlak formülünü, borsadaki dalgalanmalardan, Tanrı'nın ismine kadar her şeyin ardında bir sayı yattığını varsayar. Ancak film, bize şu soruyu sorar, Gerçek dediğimiz şey, gerçekten sayılarla ifade edilebilir mi? Yoksa bu, insanın Tanrı'yı oynama arzusunun bir tezahürü müdür?

Filmde Max'e yaklaşan üç farklı güç vardır: Bir grup Wall Street yatırımcısı, Max'in algoritmasını borsa oyunlarında kullanmak ister. Bu, kapitalizmin aklı araçsallaştırmasıdır. İkinci grup ise Kabala üzerinden Tanrı'nın 216 haneli ismini arayan mistiklerdir. Bu da inancın aklı yutmasıdır. Üçüncüsü ise Max'in iç sesi, yani bilimsel aklın kendi içinde çatlamasıdır. Bu üçgenin ortasında kalan Max, sistemin; yani hem paranın hem dinin hem de bilimin insanı özünden nasıl uzaklaştırdığını görür.

Max’in kronik migrenleri, aynı zamanda onun zihinsel iç savaşıdır. Her ağrı, hakikate bir adım daha yaklaştığını sanmasına neden olur. Fakat aslında her ağrı, onu bir adım daha hiçliğe çeker. Aronofsky'nin kamerası, dar alanlar, aşırı yakın çekimler ve karanlık tonlarla bu zihinsel hapishaneyi görsel olarak inşa eder.

Max Cohen’in sayılarla kurduğu ilişki, sıradan bir matematiksel saplantıdan çok, bireyin sistem tarafından kuşatılmış zihinsel çırpınışlarının görsel bir şifrelemesidir. O, bir hesap makinesinde yaşamak zorunda kalan ama ruhu ormanın ıslak toprağını özleyen bir insandır. Ve bu çelişki, onun kafatasında yankılanan milyonlarca rakamla, gerçekliğe karşı isyan eden bir şiir gibi patlar.

"Evren sayılardan oluşmuştur" diyen Max, aslında şunu fısıldar: “Ben yokum. Ben, algoritmaların arasında kaybolmuş bir karartıyım.” Birey, kapitalist düzenin ve total toplumsal yapıların içinde sadece bir veri noktası haline gelir. Tıpkı bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi…T.C. kimlik numaramızdan banka hesaplarımıza, okul notlarımızdan oy tercihlerimize kadar tüm hayatımız kodlarla izlenirken, “ben kimim?” sorusu cevapsız kalan bir çığlığa dönüşür. Max’in kaygısı yalnızca sayıları çözmek değil; kendini çözmek, kendi denklemini anlamaktır. Ama içinde yaşadığı toplum, bireyin varoluşunu ya Tanrısal bir formülle ya da borsa grafikleriyle açıklamak ister. Ortası yoktur.

Max’in yalnızlığı, bilinçli bir izolasyon değildir. Bu, toplumun “farklı düşüneni” dışlaması, onu “arızalı” olarak etiketlemesinin sonucudur. Yani, filmdeki delilik bir çöküş değil, bir protestodur. Tıpkı Van Gogh’un güneşin kendisine fısıldadığı resimleri çizerken toplumdan dışlanması gibi. Ya da Nazım’ın “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dediği dünyada, tekliğin bedelinin deli damgası olduğu gibi. Max, her sayıyla, her kehanetle bize bunu söyler: Toplumun akıl normları, yalnızca sistemin devamını sağlayan çarklardır. Eğer birey o çarkı sorgularsa ya deli olur ya da devrimci.

Filmin işlediği üç yapı, dini tarikatlar, finans spekülatörleri ve bilimsel akıl, bir arada aynı sembolü, 216 haneli o kadim sayıyı ister. Çünkü modern dünyada her yapı, mutlak bilgiye sahip olma takıntısıyla kendi “Tanrıcığını” yaratmaya çalışır. Ama o bilgi, sadece bir insanın zihninde vardır: bireyin içinde, sistemin kontrol edemeyeceği bir özgürlük noktası olarak.

Bu anlamda Max, bilgiye sahip olan ama özgür olmayan bir Prometheus’tur.
Ve onun cezası, sisteme bilgi verip, insanlığa ışık olmak değil; o bilgiden vazgeçip özgürlüğü seçmektir. "Pi", sadece bir sayı değil, bireyin sistem karşısındaki bitmeyen onur mücadelesidir. Film, “Büyük Gerçek” denilen şeye ulaşmak için illa ki aklımızdan vazgeçmemiz gerekip gerekmediğini sorgular.
Belki de o sayıyı asla bilmememiz, ama o uğurda yanmamız gerekiyordur. Max sonunda beynine müdahale ederek bu sonsuzluğu susturur. Tıpkı Sisyphos gibi, hakikati taşımaya çalışan ama her seferinde en başa dönen insanın trajedisini yaşar.

Ve belki de film bize şu mesajı bırakır:

“Sayılar yalan söylemez; ama onlarla kurulan düzen mutlaka yalan söyler.”

Sinema Dolu Günler…