Karanlık bir şehirdir Seven filminin dekoru. Ama bu karanlık bir elektrik arızası değil ruhsal bir iflasın karanlığıdır.

David Fincher’ın Seven filmi, modern çağın puslu sokaklarında geçen bir İncil pasajı gibidir adeta. Ancak bu defa bu pasajda konuşan Tanrı’nın dili değildir. Yağmur durmaz bu şehirde, çünkü Tanrı bile utanmıştır bu insanlardan. Fincher aslında kamerasıyla bizlere Yedi Günahın şehir planını yapmıştır. Gökyüzü sürekli kapalıdır, hava asla aydınlanmaz. Her kare, insanın kendi yarattığı cehennemde sıkışmışlığının görsel bir alegorisi gibidir. Karanlık, yağmur ve çürümüş beton yığınları arasında dolaşan dedektifler, aslında suçun değil, insan ahlakının kökenini araştırmaktadır. Asfaltların altına gömülmüş vicdan, paslanmış bir Tanrı imgesi gibidir adeta. Ve şehrin sokaklarında çürüyen şey, insan bedeninden öte ahlâk kavramının ta kendisidir.

Filmde Modern İnsan kavramının kaderi, seri katil John Doe’nun günlüğüne yazılır. John Doe, sistemin melek maskeli celladıdır. Yaptığı şeyin tek amacı cinayetler işlemek değildir. Peygamberliğin gölgesine sığınmış bir nihilist gibi ibret vermek ister tüm insanlığa. Her kurban bir aynadır filmde. Birinde oburluk, diğerinde hırs, ama hepsinde hastalık teşhisi aynıdır…Tüketim… Bu anlamda Fincher’in kamerası kapitalizmin pazarlanmaya çalışılan estetik versiyonunu değil, otopsi raporunu çeker. Tüketen, şehvetlenen, kıskanan, öfkelenen her beden, artık bir “ürün” haline gelmiştir bu raporda. John Doe karakteri ise bu ürünlerine barkodlarını kesen kişidir.

Film, ilk bakışta “seri katil hikâyesi” gibi görünse de esas mesele ahlâki çöküşün kriminal bir kompozisyonudur. Katil John Doe, bir nevi, modern zaman peygamberidir. Mesajını kan ile yazan bir peygamber… Onun seçtiği kurbanlar, “7 ölümcül günah”ı (oburluk, açgözlülük, tembellik, kıskançlık, öfke, kibir, şehvet) temsil eder. Fakat Fincher, bu günahları bireylerin değil, toplumun tamamının karakterine işlemiş olarak sunar. Bu anlamda suç aslında bireyin değil tüm toplumundur. Ve bu yüzden şehir de bir organizma olarak resmedilir. Yağmurlarla temizlenemeyen, paslanmış, çürüyen bir beden gibi.

Bu şehirde herkes suçludur aslında. Çünkü herkes birbirine yabancılaşmıştır. Dedektif Somerset (Morgan Freeman), işlenen cinayetleri özetlemek adına, yılların yorgunluğu ve pişmanlıkları ile filmin en efektif cümlesini kurar. “Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor.” Bu cümle, post modern insanın ruh halini özetler. Şaşırma yetisini yitirmiş bir çağın insanları… İyiliğin ve kötülüğün anlamını kaybettiği, her şeyin nötrleştiği bir evren.

Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin gibi, Somerset de varoluşun ağırlığını hisseder, ama ona anlam veremez. John Doe’nun misyonu, tam da bu nötrlüğü parçalamaktır: “İnsanları uyandırmak.” Ama kullandığı yöntem, Tanrı’nın değil, Nietzsche’nin tanrısız dünyasına aittir belki de. Bu noktada Fincher, Nietzsche’nin şu sözünü sanki perdeye kazır:

“Tanrı öldü; ama biz onu öldürdüğümüzü fark etmedik.”

John Doe, Tanrı’nın boşalan tahtına oturur adeta ve insanı kendi günahıyla yüzleştirir. Onun cezalandırdığı obur adam, kapitalizmin “tüket ve mutlu ol” yalanına kurban olmuş bir zombidir. Tembellik günahına düşen adam, depresif bir ekran figürüdür; yaşamı boyunca hiçbir şey üretmeden yaşamıştır. Kıskançlık ve öfke ise Mills’in (Brad Pitt) trajedisiyle birleştiğinde, sistemin en ironik kapanını oluşturur.
İyiliği savunan insan bile, sonunda şiddetin tuzağına düşer.

Bu anlamda Mike Leigh şaheseri Naked filminde Johnny karakterinin varoluşsal uçurumların kıyılarında gezindiği repliğine bir gönderme de vardır belki.

Şöyle der Johnny…

''Tanrı, nefret dolu bir tanrıdır. Tanrı iyi olsaydı, kötülüğün dünyada ne işi olurdu?

Acı, nefret, açgözlülük ve savaşlar neden var? Hiç mantıklı değil. Fakat eğer tanrı nefret doluysa dünyada iyilik neden var diye sorabilirsin?

Aşk, umut ve zevk neden var? Kabul edelim. İyi, kötü tarafından ezilmek için vardır. İyinin yadsınamaz varlığı kötünün ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden, tanrı kötüdür.''

Bu aforizmalar eşliğinde şu saptamayı yapmak yanlış olmayacaktır.

Seven bir “post-post modern” filmdir. Çünkü post modern anlatının soğuk ironi duvarlarını yıkıp yerine metafizik bir karanlık kurar. Fincher’ın kamerası, sanki Dostoyevski’nin Suç ve Cezasını endüstriyel bir cehenneme taşır. John Doe, Raskolnikov’un günahını işler ama pişman olmaz, çünkü o pişmanlığın bile sahte olduğunu bilir.

Karanlık bir şehirdir Seven filminin dekoru. Ama bu karanlık bir elektrik arızası değil ruhsal bir iflasın karanlığıdır. Sokakların kaygan olmasının nedeni yalnızca ıslak olmasından değil, tövbelerle yoğurulmuş bir vicdani çamurun yolları kaplamasındandır..

Herkes suçlu mudur bilinmez, ama bilinen tek şey kimsenin pişman olmadığıdır. Çünkü post modern çağ, günahı “kişisel tercih” olarak pazarlar.
Artık kötülük bile “özgürlük” paketinde satılır hale gelmiştir.

Somerset yaşlı bir bilge gibi dolaşır bu cehennemde. Artık hiçbir şey onu şaşırtmaz. Bu, bilgelikten öte duygusal bir tükenmişliğin tezahürüdür.
Çünkü bu şehirde her sabah bir günah yeniden doğar, her akşam bir vicdan daha ölür.

Mills ise yeni kuşaktır. Öfkeli, dürüst, ama manipüle edilmeye hazırdır. Doe’nun son hamlesi, işte bu naifliğe atılan kurşundur. Ve o son sahnede, güneş bir kez parladığında bile anlarız ki; ışık bile kirlenmiştir bu dünyada.

Seven, günahların değil, itaatin hikâyesidir. Çünkü sistemin en sadık kulları, “masum” olanlardır. Fincher burada bir toplumun portresini çizer. Herkes ahlâkı konuşur, ama kimse ahlâklı değildir aslında. İyilik, algoritmalarda kaybolmuş bir veridir. Kötülük, yalnızca “içerik üretimi”nin yeni bir biçimidir. İnsanlık ise günahın estetiğini keşfetmiştir.

Bu film, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” cümlesinin görsel kanıtıdır adeta. Ama eksik bir cümle daha kalmıştır. “Tanrı öldü ve biz cesedini mumyaladık.”
Artık tapınaklarımız AVM’dir, dualarımız markalardır ve cennetimiz, 4K çözünürlüktedir.

John Doe, bu sahte cenneti yıkmak ister. Ama yıktığı her şeyin yerine yenisi çok daha hızlı biçimde dikilir. Daha parıltılı, daha boş, daha tüketilebilir.
Çünkü modern insanın en korkunç yanı kötülüğü seçmesi değil, kötülüğe alışmasıdır.

Seven’daki şehir bizim ülkemizdir aslında, bizim çağımız… Her gün bir Doe konuşur televizyonda. “Ahlâk” der, “İnanç” der, “Aile” der… Ama her kelimesi bir cinayettir bu cümlelerin. Sistemin eliyle beslenen bu Doe’lar, artık ideolojik çıkarımları empoze eden düzenin virüsü haline gelmiştir. Biz ise Somerset gibi yorgunuz artık. Çünkü her sabah bir yalan daha doğuyor ve biz onu “haber” zannediyoruz. Artık suçlu aramıyoruz, herkesin suçlu olduğu bir düzende adaletin de yeri yok belki de.

Seven, izleyiciyi rahatsız eder, çünkü bizi kendi içimizdeki karanlığa bakmaya zorlar. O karanlık, bir şehir değil aksine insanın kendi bilincidir. Kurbanlar ise yalnızca Katilin değil, bizim de parçamızdır aslında. Hepimiz bir günahı yaşıyoruz, ve bu yüzden hiçbirimiz masum değiliz.

Fincher, karanlığı estetikleştirirken aslında şunu sorar…

“Bir toplum ne kadar karanlığa gömülürse, birey o kadar mı körleşir?”

Muhtemelen cevabı “evet” olmalıdır bu sorunun. Çünkü Seven’daki şehir sadece suçluların yaşadığı yer değil, hepimizin içindeki kolektif vicdan mezarlığıdır.
Orada sokak lambaları yanmaz, çünkü kimse ışığı aramaz.
Ve film biterken, güneşin altındaki o “açık alan” bile bir yanılsamadır.
Işığın bile çaresiz kaldığı, Tanrı’nın yüzünü çevirdiği bir toprak parçası.

İşte o anda, Seven bir film olmaktan çıkar, bir felsefi metne dönüşür.
Nietzsche’nin “uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar” cümlesi perdeden bize döner.
Ve fark ederiz ki…

Uçurum artık şehirde değil, bizde, içimizde, vicdanımızda…

Sinema dolu günler