Filmde işçilerin gerçekleştirdiği grev, yalnızca ekonomik taleplerle değil, insanca yaşama hakkıyla ilgilidir. Çünkü asıl mücadele, sadece ücret için değil, insan sayılabilmek içindir. İnsanca yaşamak, insanca ölmek, insanca gömülmek için.

Kömür karası ellerin, beyaz yakalı vicdanlara dokunmadığı bir ülkede, "sınıf" yalnızca lüks otellerdeki asansör düğmelerinde var olur. Yavuz Özkan’ın 1978 tarihli Maden filmi, bu paslı gerçeği yüzümüze tokat gibi çarpar. O tokat, hâlâ yanaklarımızda izini koruyor. Çünkü işçi ölümü bu topraklarda hâlâ “fıtrat” sayılıyor, “kader” sayılıyor, “kaza” diye geçiştiriliyor.

Maden filmi, yalnızca bir grup maden işçisinin mücadelesini değil, işçi sınıfının mücadelesinin ta kendisini anlatıyor. Tarık Akan’ın oynadığı Nurettin karakteri, sermaye karşısında örgütlenmeye çalışan emekçinin direnişini; Halil Ergün'ün can verdiği Ömer ve arkadaşları, suskun kalmanın, yavaş yavaş ölmenin yüzü olarak beliriyor. Ve Cüneyt Arkın’ın sert, yorgun ve isyankâr karakteri, bu suskunluğa saplanan bir çığlık. Bu filmde kahramanlık, düşmana silah çekmekle değil, patrona karşı yaka silkecek cesareti göstermekle yazılıyor.

60’lı yılların sonrasında resmedilen filmlerde izlediğimiz “kömür madeninde ezilen işçi” kompozisyonu, bugün kuryelik yaparken arabaların altında eziliyor. O zaman patronun adı "ağa"ydı, şimdi ise “yönetici”. Ama dil aynı…"Sus, işine bak, şükret." O yüzden Maden, yalnızca dönemin değil, bugünün de filmi. Hatta daha çok bugüne ait.

Bu ülkede işçiler yerin yedi kat dibinde günde 12 saat çalışır, bir çorba parası için. Soma’da 301 kişi toprağa gömüldüğünde yetkililer "Bu işin fıtratında ölüm var" dediğinde, Maden filmi tam da o yıllardaki anlatının öngördüğü gibi güncelliğini haykırır. Hayatını kaybeden işçiler değildir yalnızca; vicdanını yitirmiş bir düzenin kendisidir göçük altında kalan.

Filmde işçilerin gerçekleştirdiği grev, yalnızca ekonomik taleplerle değil, insanca yaşama hakkıyla ilgilidir. Çünkü asıl mücadele, sadece ücret için değil, insan sayılabilmek içindir. İnsanca yaşamak, insanca ölmek, insanca gömülmek için.

Kapitalizm, işçiyi yalnızca üretim bandının bir dişlisi olarak görür. Madenin derinliği ne kadar fazlaysa, insanlık o kadar yüzeyseldir bu düzende. O yüzden filmde yerin altına inmek, sadece fiziksel bir yolculuk değil, adaletsizliğe ve insan onurunun yok sayılışına yapılan sembolik bir iniştir. Bir nevi, cehenneme iniştir. Bu anlamda Yavuz Özkan’ın kamerası tarafsız değildir. Çünkü tarafsızlık, zulmün yanında saf tutmaktır. Kamera kimi zaman yerin dibine iner, kimi zaman işçi evlerinin sefaletine uğrar, kimi zaman ise öfkeli kalabalıkların gözlerindeki umudu yakalar. Taraf bellidir. Taraf, emekten yana, alın terinden yana, direnişten yanadır.

Ancak ne yazık ki filmde de üzerinde durulduğu gibi işçinin yalnızca bileği değil, bilinci de sömürülür ve Türkiye’de bu sömürü, yalnızca fabrikalarda değil, ekranlardan, dizilerden, AVM’lerin parlak ışıklarından, çılgın indirimlerin hayal sattığı raflardan yapılır.

Filmde işçilerin grev kararına uzanan yolculuk, yalnızca ekonomik değil; varoluşsal bir arayıştır. “Kimim ben?” sorusunu sormaya başlayan her işçi, sisteme tehdittir. Çünkü sistem, en çok sorgulamayan, düşünmeyen, sadece çalışıp susan işçiyi sever. Ve bu yüzden kültürel hegemonya, televizyonla, magazinle, dizi furyalarıyla, sahte kahramanlarla işçiyi asıl düşmanından, yani sınıfsal konumundan uzaklaştırır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…

Bugün Türkiye’de Maden filmini izlemiş bir genç işçinin, akşam evine gidince izlediği dizide milyonluk arabalara binen karakterleri kendine örnek alması bir çelişki değil, sistemin mühendisliğidir. Bu sistem, onun kömür tozlu ellerine değil, temiz hayallere sahip olmasını ister. Çünkü hayal kuran işçi, gerçeklerle yüzleşmeyi erteler.
Ve kültürel emperyalizm, işte bu ertelemeyi organize eder.

Filmdeki işçiler yoksuldur ama dirençlidir. Bugünün işçisi yalnızdır ve yorgundur. Çünkü medya, 70’lerde işçiyi haber yapardı; şimdi magazin yapıyor. Çünkü artık işçinin grevini değil, CEO'nun kahvaltısını haber yapıyoruz. Patronların adı, artık patron değil “girişimci.” İşçinin adı, artık işçi değil “çalışan.” Bu kelime oyunları bile sınıf bilincinin nasıl törpülendiğinin kanıtıdır.

Maden, sınıf bilinciyle bir toplumun nasıl ayağa kalkabileceğini anlatır. Ama bugünün Türkiye’sinde, ayağa kalkmak yerine ekran başında çömelmiş bir toplum var. Çünkü her gün zihinlere şırınga edilen şey şu: "Sen de bir gün zengin olabilirsin."
Ve bu umut, grev hakkından bile daha etkili bir uyuşturucudur.

İlyas karakterinin liderliği, yalnızca örgütlenme değildir; düşünmeye çağrıdır.
Bugün ise düşünmek yerine tüketmek öğretiliyor. Alışveriş yap, moralin bozulursa dizi izle, canın sıkılırsa sosyal medyada gezin, eleştireceksen de klavye ile manifestonu bildir. Ama sakın ha grevden, örgütten, işçi haklarından bahsetme.
Çünkü sistem en çok, dans eden ama düşünmeyen bir işçi ister. Bugün Türkiye’de sınıf bilinci, sadece yok edilmedi; yerine sınıfsızmış gibi davranan bir yapay huzur inşa edildi. O yüzden Maden hâlâ izlenmeli, her işçi evinde duvarlara asılmalı. Çünkü bu film, yalnızca bir devri değil, her dönemin görünmeyen zincirlerini anlatıyor.

Türkiye'de bugün de işçi sınıfı hâlâ grev hakkı için direniyor, hâlâ sendikalaşma uğruna işten atılıyor, hâlâ taşeron düzeninde güvencesizce çalıştırılıyor. Bu ülke, her 1 Mayıs'ta polisin gazına boğulan emekçilerle dolup taşarken, Maden hâlâ susturulamamış bir manifesto olarak Türk sinemasının tepe işlerinin başında yer alıyor. Kapitalist düzen, ışığı yalnızca vitrinlerde sever. Madenin karanlığında ölen işçiyi değil, AVM’lerde para harcayan tüketiciyi över. Medya, sınıf mücadelesini haber yapmaz. Çünkü ekranlar sermayenin aynasıdır. Tıpkı filmdeki gibi... O yüzden Maden, yalnızca bir film değil; işçiye ses, sisteme ise bir öfke notudur.

Bugünün Türkiye’sinde, geçmişten bugüne gelen işçi mücadelesini anlamlandırabilmek ve üzerinde konuşabilmek adına Türk Sineması’nda yapılmış en değerli yapımlardan olan “Maden” filmini saygıyla selamlıyor, hepinize sinema dolu günler diliyorum.