Bu durum, adaletin PR uğruna feda edilmesinin en çarpıcı örneğidir. Hal böyle olunca devleti devlet, anayasayı anayasa yapan ana fikir olan hukukun yanında durma kararlılığı yerini şova bırakmaktadır.
Avukatlık, adaletin üç sacayağından biridir. Cübbe bu nedenle sıradan bir kumaş parçası değil; yüzyılların adalet arayışını simgeleyen ağırbaşlı bir semboldür. Ancak bugün, bu sembolün altından bambaşka bir anlayış çıkıyor: PR Avukatlığı.
PR Avukatlığı, mesleği savunma makamı olmaktan çıkarıp bir reklam ajansına, bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştüren yeni bir şarlatanlık, bir nevi “hukuk palyaçoluğu”dur. Artık davalar, adaletin kürsüsünde değil; sosyal medyanın akışında, televizyon ekranlarının spot ışıkları altında “pazarlanıyor.” Avukat, müvekkilini değil kendi markasını; müvekkilinin haklarını değil kendi cüzdanını savunuyor.
Spot ışıkları altında sönen hukuk mumu: Kaybolan adalet
Eskiden “mafya avukatlığı” gibi ağır ithamlarla anılan temsiller bile perde arkasında, sessizlik içinde yürütülürdü. Bugün ise mafya savunusu dahi dizi kültürünün kurbanı olmuş durumda. Kameralar olmadan, sosyal medya paylaşımlarıyla gündem olmadan yapılan savunma eksik kabul edilir hale geldi.
Daha da vahimi, piyasada tanınmış ve ekranların gediklisi haline gelmiş bazı ceza avukatlarının popülizm uğruna şüphelilere yönelik işkenceyi ve kötü muameleyi meşrulaştırmaya kalkışmasıdır. Bu sirkin her gün farklı palyaçolarla yeniden sahnelenmesi, avukatlıkta hukuk bilgisinden çok rol kesme yeteneğinin önemli olduğu algısını besliyor.
Kamuoyunun hoşuna gidecek söylemlerle, popülizmin mide bulandıran sosuna batırılmış sosyal medya paylaşımlarıyla en temel insan hakları çiğnenirken bile alkış ve beğeni peşinde koşuluyor. İşkenceyi “olağanüstü koşulların gereği” diye sunmak, kötü muameleyi “delil elde etmenin kaçınılmaz aracı” olarak göstermek, yalnızca mesleğin değil insanlığın da yüz karasıdır.
Oysa devletin suçlu ilan ettiklerini –haklı ya da haksız olsun– savunma görevi, bir devletin devlet vasfını yitirmeden ebediyet kazanmasında hayati bir rol oynar. Avukatın görevi, suçlanan kişinin adil yargılanma hakkını korumak ve savunma hakkını teslim etmektir. Hukukun evrensel ilkesi açıktır: İşkence yasaktır, istisnası yoktur. Buna rağmen cübbesini PR malzemesi yapan bazı avukatlar, insan onurunu yok sayan beyanlarla sahneye çıkmaktadır.
Bu durum, adaletin PR uğruna feda edilmesinin en çarpıcı örneğidir. Hal böyle olunca devleti devlet, anayasayı anayasa yapan ana fikir olan hukukun yanında durma kararlılığı yerini şova bırakmaktadır.
Reklam yasağı: Demode tabu mu, çarpık bahane mi?
1969 yılında yürürlüğe giren Avukatlık Kanunu’nun 55. maddesi, avukatların iş elde etmek için reklam sayılabilecek her türlü teşebbüs ve harekette bulunmalarını yasaklamaktadır. Türkiye Barolar Birliği’nin 26.01.1971 tarihli meslek kurallarının 7. maddesinde ise, avukatın antetli kağıtlarının, kartvizit ve büro levhalarının bile reklam niteliği taşıyabilecek aşırılıktan uzak olması gerektiği, büroların reklam aracı haline getirilemeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Bu yasakların amacı mesleğin şerefini korumaktır. Ancak bugün bu yasağın dijital çağda hükmü kalmamıştır. Sosyal medya hesapları, YouTube kanalları, “marka avukatlık” ofisleri, hatta her biri birer linç mahkemesine dönüşen televizyon programları… Hepsi bu yasağı fiilen yok saymaktadır.
Ortada büyük bir çelişki vardır:
- Yasak kâğıt üzerinde duruyor ama herkes ihlal ediyor.
- İhlal edenler PR üzerinden güç kazanıyor, etmeyenler geri kalıyor.
Sonuç, çifte standart ve yozlaşmadır. PR Avukatlığı işte bu gri alandan doğmaktadır. Reklam yasağının demode hale geldiğine katılsak da çözüm sınırsız PR özgürlüğü değildir. Çözüm, meslek onurunu ve dijital çağın gerçekliğini birlikte gözeten yeni kuralların konulması ve bu kuralların güçlü yaptırımlara bağlanmasıdır.
PR avukatlığının zehirlediği adalet
PR Avukatlığı yalnızca avukatlık mesleğini değil, toplumun adalet algısını da çürütmektedir. Çünkü:
- Davalar birer reyting savaşına dönüşüyor.
- Müvekkiller, hak arayan birey olmaktan çıkıp “PR figürü”ne indirgeniyor.
- Avukatlık, hak aramanın değil algı yönetiminin aparatı haline geliyor.
En korkuncu ise şu: Bazı avukatların işkenceyi savunmasıyla birlikte, toplumun bir kısmının buna alkış tutmasıdır. Bu noktada sorun yalnızca avukatlardan değil, toplumun yanlış kişileri ödüllendirme biçiminden kaynaklanmaktadır.
Spot ışıkları adaletin üzerine değil, PR şovuna çevrildikçe yozlaşma kaçınılmazdır. Bu yozlaşma, toplumun suçlu ilan ettiği kişi için “O kişinin avukatlığını nasıl yaparsın?” sorusunu soran, adil yargılamadan bihaber cahilleri güçlendirmektedir.
Yeni çağ için yeni meslek kuralları
Çıkış yolu bellidir: Reklam yasağını körü körüne sürdürmek değil, çağın gereklerine uygun hale getirmektir. Ancak bu yapılırken mesleğin omurgası olan etik ve bağımsızlık ilkelerinden taviz verilmemelidir.
- Avukat, sosyal medyada kendini tanıtabilmeli; ama yalnızca doğru, ölçülü ve doğrulanabilir bilgilerle.
- Sponsorlu içerikler açıkça belirtilmeli; gizli PR yasaklanmalı.
- Müvekkil hikâyeleri, rıza ve kişisel verilerin korunması gözetilmeden paylaşılmamalı.
- Barolar, PR faaliyetlerini denetleyen bağımsız etik kurullar kurmalı; “alkış için savunma” yapanlara, selfie için cübbeyi kostüme çevirenlere etkin disiplin yaptırımları uygulamalı.
Ancak bu şekilde hem rekabet eşitlenir, hem meslek onuru korunur.
Son söz: PR avukatlığı adaletin iflasıdır
Avukatlık, bir PR ajansı değildir. Avukatın görevi, şüpheliyi savunmak, adil yargılanma hakkını güvence altına almak, hukukun üstünlüğünü korumaktır. İşkenceyi savunmak, kötü muameleyi meşru göstermek, popülizm uğruna mesleği kirletmektir.
Toplumun önünde bir tercih vardır: Alkış ve reyting uğruna işkenceyi bile meşrulaştıran PR Avukatlarını mı destekleyeceğiz, yoksa sessiz ama ilkeli çalışan gerçek hukukçuları mı?
Unutmayalım: Alkış, meşruiyet yaratmaz. PR şovu adalet üretmez. Gerçek adalet, spot ışıklarında değil; dosya başında sabaha kadar çalışan, sahnenin değil hukukun tarafında duran, vicdanı sarsılmaz avukatların emeğinde yaşar. Spot ışıkları elbet söner, alkışlar diner; ama hukuk yalnızca onurlu hukukçular sayesinde ayakta kalır.
Sözümüzü onurlu bir örnekle bitirelim:
1770 yılında, ABD henüz İngiliz sömürgesi iken, İngiliz askerleri barışçıl Amerikalı göstericilere ateş açarak pek çoğunu öldürdü. Halk ayaklandı, askerleri yakaladı. Önce işkence yapılmasını, sonra asılmalarını istiyor ve hep bir ağızdan “Bu alçakları zaten kim savunabilir ki!” diyordu. İşte böyle bir ortamda Amerikan bağımsızlık mücadelesinin liderlerinden olan Avukat John Adams ortaya çıktı ve “Ben savunurum” dedi. Adams’ın tek isteği vardı: Katil de olsalar sanıklar, hukukun emrettiği gibi –linç kültürüyle değil, delillere göre– yargılanmalı ve kutsal savunma haklarını kullanabilmeliydi.
O John Adams, sonradan Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı olacaktı.