Modernleşmenin birçok dinamiği var bunlardan en önemlileri; ekonomi, kentleşme, sekülerleşme ve milliyetçilik.
Terörsüz Türkiye girişimi bir yönüyle doğru ve desteklenmesi gereken bir süreç, bir yönüyle elbette soru işaretleri barındırıyor ve bir yönüyle de çok yeni bir başlangıç olduğu için nasıl sonuçlanacağı bilinmiyor.
Terörsüz Türkiye ya da çözüm süreci, tamamıyla siyasi hamleler ile yürüyor. Doğrusunu ifade etmek gerekirse mevcut iktidar artık sokağın sesini pek dinlemediği için ayrıca Türkiye’de de böyle bir siyasi kültür olmadığı için toplumsal bazda bir çözüm için maalesef harekete geçilmiyor.
Ancak, çözümün, iktidar kesimi ya da muhalefet kesimi fark etmeksizin toplumsal çözüme de ihtiyacı var.
Ancak, bu toplumsal çözüm de emin olun siyasi çözüm kadar zor hatta daha zor.
Toplumsal bazda bir çözüm yok, derken haksızlık etmek istemem zira ilk çözüm süreci toplumsal bazda da yürütülmüştü ancak bu kez öyle bir girişim, en azından şimdilik, yok. Ama olmalı, çünkü…
Modernleşmenin birçok dinamiği var bunlardan en önemlileri; ekonomi, kentleşme, sekülerleşme ve milliyetçilik.
Modernleşme, Batı Hristiyan dünyası menşeili bir süreç ve orada, sanayi devrimi, Reform-Rönesans, Aydınlanma düşüncesi ve Fransız devrimi ile doğal ve sebep-sonuç şeklinde yürüyor. Ancak Türkiye modernleşmesi, sanayi devrimi, Reform ve Rönesan’ı, Aydınlanma düşüncesi gibi toplumsal ön hazırlayıcıları olmayan, suni bir biçimde Batı Hristiyan dünyasından, Kıta Avrupa’sından topluma uyar mı, uymaz mı pek bakılmadan ithal edilen ve otoriter bir biçimde uygulanan bir süreç. Doğal olarak bunun sonucu da anomali…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu bir düşünelim; bir savaştan çıkılıyor ve hatta çıkılmamış bile… bir imparatorluktan bir cumhuriyete geçiliyor… toplumun çoğunluğu kırsalda yaşıyor, milliyetçilik gibi seküler bir ideoloji ya da laiklik gibi bir sistem yok, geleneksel bir toplum, din ve devlet işleri ayrılmamış, farklı milletler bir arada yaşıyor, ulus devlet yok… Ancak bekleyecek zaman da bir uyum süreci yürütecek dinamikler de yok. Sonuçta bu hızlı ve sert toplumsal değişim, toplumun bir kesimi tarafından benimsenirken bir kesimi tarafından tepkiyle karşılanıyor. Ve her iki kesimin de temel güdüsü korku…
Modernleşen kesim için “eski rejime dönme tehlikesi var”, modernleşmeyen kesim için ise “dinin elden gitmesi tehlikesi var”. Çünkü yeni rejim, ideal bir tip oluşturmuş durumda; Türk ve laik. Bu modeli kabul ederseniz sorun yok ancak laikliğe eleştirel yaklaşmanız ya da Türk olmamanız sorun kabul edilmekle kalmıyor, sizi doğrudan hain, düşman ilan ediyor.
Bunların hepsi 100 yıl, bir asır öncesinin meselesi. Ancak Türkiye’de tarihsel, siyasi ve milli eğitim söylemi, bu “resmi ideolojiyi”, “ideolojik aygıtlar” vasıtasıyla sürekli geleceğe taşıdığı için bugün dahi bunun ürettiği problemleri yaşıyoruz. Bugünün dünden farklı olduğunun farkında bile değiliz. Bir kere bu tek tipçilik, Türk ırkçılığı, Türk ırkçılığı da Kürt ırkçılığı doğurdu. Diğer yandan Müslüman dindar kesimi, sürekli dini kontrol altında tutmak istediği için taassup sahibi kıldı. Ancak bugün, 100 yıl sonra bile arkasına bakıp kendisiyle yüzleşmiyor. Zira modernleşmenin dogmacılığından bir türlü kurtulamıyor.
Modernleşmeyi ithal ettiğimiz Batı dünyası, modernleşmeyi çoktan aştı, postmodern dönemleri bile… Moderniteye, modernizme eleştirileri şu şekildeydi; yahu siz modernleşme, pozitif bilime yaptığınız atıfla, verdiğiniz değerle, merkezden Tanrı’yı alıp, merkeze insan aklını, insanı, bilimi koydunuz ve böylece insan hür olacaktı ve gelecek de geçmişten iyi olacaktı. Ancak modernleşme de bir çeşit dogma oldu, pozitivizm bir çeşit baskıcı din oldu, insan hür değil. Dahası soykırımlar, savaşlar “din savaşı” sebebiyle yapılmasa da “ırk savaşı” sebebiyle yapıldı. E hani sizin özgürlükçülüğünüz nerde, Tanrı’nın emri yerine insanın aklıyla kurduğunuz dünyada soykırım oluyor. O halde modernleşme de problemli.
Ve nihayetinde Batı, modernleşmenin kalın duvarlarını aştı.
Ama “biz”, aşamadık.
100 yıl öncesinden bugüne gelemiyoruz.
Güya modern hukukla, şeriatın baskıcılığından kurtulacaktık ama hukuk sopa gibi kullanıldığı için bir kontrol aracı oldu. İnsan hakları, eşitlik özgürlük gelecekti ama seninle aynı coğrafyada doğmuş seninle aynı coğrafyada yaşamış vatandaşını Kürt olduğu için seninle eşit göremiyorsun. Pozitivizm ile bilime yatırım yapacaktın ve dinin geri kalmışlığının önüne geçecektin ancak sende herhangi bir bilimsel ve zihinsel ilerleme de pek yok gibi. Sürekli geriye bakmaktan ileri gidemiyorsun. Laiklik ile dinin devlete, topluma, bireye yaptığı baskıyı ortadan kaldıracaktın ama uyguladığın otoriter laiklik ile din ve vicdan hürriyetini kısıtlamaktan ileri gidemedin. Tamam belki bir Afganistan olmadın ama ortalama bir Avrupa ülkesi de olamadın. Burada bir sorun yok mu?
Var.
Yazdığım tüm teorik mevzuları, nasıl pratik ettiğimizi özet geçeyim. Türkiye’deki laik, milliyetçi-ulusalcı kesim, 22 yıldır ülkeyi yöneten, otoriterleşen, demokrasiden uzaklaşan iktidara eşitlik, demokrasi, adalet, insan hakları ve benzeri konularda haklı olarak eleştiri getiriyor. Haklı oldukları da çok nokta var. Ancak aynı kesimin iktidardan daha iyi olacağına dair çok az emare var. Neden mi?
Çünkü iktidarı eleştirirken “Siyasal İslamcılık” ile lafa başlayıp haklı iktidar eleştirileri arasına otoriter laikliğin din fobisini her fırsatta ekliyorlar. Hadi bunu anlarsınız zira iktidar dini referans verdikçe karşı kesim de eleştiriyi buradan yapıyor. Ancak insan hakları, eşitlik, özgürlük konusunda Kürtleri, oy sebebiyle, eh biraz da ayıp kaçtığı için falan hedef alamıyorlar ancak DEM Parti üzerinden Kürtlere yönelik ayrımcı bakışı maalesef devam ettiriyorlar.
DEM Parti, iktidarın kayığına binmemeliymiş.
DEM Parti, bir asırdır beklediği fırsat ayağına gelmişken ülkede yeterli demokrasi yok diye Cumhur İttifakı’nın kurduğu masayı devirmeliymiş.
Yok artık.
Bu kadar ben merkezcilik bizim “resmi ideoloji” yanlısı kesime bile fazla.
Bu tepedenci ve buyurgan üslupla, DEM Parti ya da Kürtler bir yanlış yapsa da kafalarına tokmağı indirsek diye bekleyen kesime güvenip mi Bahçeli’nin yaptığı çağrıya olumsuz cevap verecek?
Hiç sanmam.
Burada demokrasi hepimiz için tavrı mı var yoksa demokrasi önce bizim için mi? Bence ikincisi… aksi olsa Ekrem İmamoğlu üzerinden DEM’i dövmeye kalkarlar mıydı?
Yapmayın.
Kürtlerin bir asırlık travmalarındaki paylarınızı “biz artık değiştik” diyerek bir anda unutmalarını bekliyorsunuz ama unutmaları için fırsat vermiyorsunuz. İlk fırsatta “bana demokrasi gelmeden sana da gelmeyecek” diyerek kendi safınıza davet ediyorsunuz ancak ilk fırsatta eski dışlayıcı tavrınıza geri dönüyorsunuz.
Şu durumda, DEM’in, Kürtlerin yerinde siz olsanız, size bu üslup ve bu beklenti ile yaklaşılsa, siz kendi saflarınıza yönelir misiniz?
Hiç sanmam.
Ne diyordu sosyal medya duvar yazıları, “çevreni değiştirmek istiyorsan önce kendini değiştir”.
Hülasa DEM’i eleştirerek değiştirmek yerine bir özeleştiriyle değişime kendinizden başlarsanız belki sonuç alırsınız. Aksi halde karşınızda bir asır önce Kürtlere nasıl bakıyorsanız hala öyle baktığınızı düşünen muhataplar olacak ve çok da haksız sayılmayacaklar.