Biliyorum, bir böreğin adının Kürt böreği mi yoksa Küt böreği mi olduğuna dair tartışmanın vuku bulduğu bir zeminde, Kürt meselesini konuşmak kolay değil, bunu biliyorum.
Biliyorum, bir asırdan uzun süredir mevzu olan Kürt meselesinin içinde çok acı olduğu için, Türk-Kürt çok kayıp verdiği için, konuşmak kolay değil, bunu da biliyorum.
Biliyorum, asimilasyonlardan, işkencelerden, gözaltında kayıplardan gelip vatandaşı olduğu ülkenin başbakanının “derin devlet” elemanlarını övmek için “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” sözlerine muhatap olanlara, dili yasaklananlara, Kürtlere karşı Türk olarak konuşmak kolay değil, zira “biz” çok konuştuk, artık Kürtleri dinlemenin vaktidir. Bu nedenle “olması gerekenden fazla” konuşulmamalı, bunu da biliyorum.
Kürt meselesinin, bu meseleyi kendisine gerçekten dert edinenler için dert olduğunu ancak fırsatçılık yapmayı huy edinenler için herhangi bir istismar meselesi olduğunu, bu nedenle kolayca “silahlar susmasın, savaş olsun, kan aksın” diye çırpındıklarını biliyorum.
Kürt milliyetçiliğinin bir sonuç olduğunu, mütemadiyen, varlıkları yok sayılan ve hatta varlıkları hedef alınan Kürtlerin, tepkisel ve anlaşılabilir bir milliyetçiliğe sahip olduğunun da farkındayım.
Kürt meselesi, Türkiye sınırları içinde bir mesele değil, Ortadoğu’nun ortasında duran, çözülmeyi bekleyen bir mesele, inkar edilse de, sürekli ertelense de çözülmeyi bekleyen bir mesele olduğunu, en az Suriye halkı, Filistin halkı kadar Kürt halkının da “bölge aktörleri” tarafından görülmesi ve dinlenmesi gerektiğine inanıyorum.
Amasız ve fakatsız yazmak gerekirse, Kürtlerin ihlal edilmiş haklarının iade edilmesi gerektiğinden hiç şüphe duymuyorum.
Kudüs’ün fatihi, Kudüs’ün sahibi Selahaddin Eyyübi’nin dahi Kürt olmasına tahammül edemeyen ırkçılığın, Kürt meselesinin tümünün, terörün ise bir kısmının sebebi olduğunu gayet iyi biliyorum.
Din kardeşliği, ümmet bilinci gibi söylemlerin artık reelde işe yaramadığını, “birbirimize” hak ve adalet üzerinden sahip çıkmamız gerektiğini, haksızlığa uğrayanın Müslüman Filistinli mi yoksa Ezidi Kürt mü Yahudi mi olduğuna bakmadan yanında olma zorunluluğunun İslam’ın emri olduğuna iman ediyorum.
Şu durumda Kürtlerin, Selahaddin Eyyubi’nin torunlarının, İsrail’in bölgedeki katliamlarına, halkların “self-determinasyon” haklarına tecavüzüne, Berlin’de Kürtlerin kaderini kendi kaderine bağlamaya çalışmasına, Kürtlerin sıkışmışlığından faydalanmaya çalışmasına ve Kürtlerin haklılığına gölge düşürmesine haklı itirazlarımı dile getirmeyi gerekli görüyorum. Bu nedenle ilk olarak Türkiye’nin, Suriye yönetiminin, Arapların… Kürtlerle demokrasi merkezli, olumlu diyaloglar kurması gerektiğine, Kürtlerin İsrail’e doğru itilmemesi gerektiğine inanıyorum.
Unutmamak gerekir ki Kürtler’in, milli, dini, coğrafi, ideolojik kimliklerine dair farklılıkları var, tek başına Erbil merkezli, İmralı merkezli, SDG merkezli, DEM Parti merkezli hareket etmiyorlar ve bu doğal ayrışmalar, Kürtlerin haklarını arama imkanlarına bir miktar zarar verse de Kürtlerin hakları noktasında ortak hareket edebiliyorlar. Lakin bir şeyi gözden kaçırmamak gerekiyor; bölge bu kadar kırılganken, Kürtlerin sırtında yumurta küfesi varken İsrail, bu zorluktan faydalanmaya çalışıp Kürtlere sahte umutlar vererek, Kürtler arasındaki farklılığa dayalı ayrışmaları derinleştirerek, Kürtlerin beklediği ittifak yerine onlara zarar verebilir. Düşünsenize, Kürt hareketi içinde, İsrail lehine bir ayrışma oluşabilir ve bu ilk olarak Kürtlere zarar verir. Bu nedenle o zararın önüne nasıl geçilebileceğini “hep birlikte” düşünmek gerekiyor. Çünkü Ortadoğu her ne kadar duygusal bir coğrafya olsa da günün sonunda gerçekleri yüzünüze acımadan çarpan, nefretin de duygusal bir tavır olduğunu hatırlatan ve öfkeyle kalkanın sonunda zararla oturduğu bir coğrafyadır. O zararın önüne geçilmesi dileğiyle…