Hamas’ın İsrail ile savaştığı, İsrail’e yönelik saldırılar gerçekleştirdiği bilinmeyen bir durum değil. Ancak Hamas’ın 7 Ekim saldırısı, bu rutin çatışmaların dışında oldukça şaşırtıcı bir saldırıydı. Filistin konusunda tamamıyla haksız olan İsrail’e “haklı savunma” yapıyormuş gibi bir imaj yüklenmesine sebep oldu zira saldırı görüntüleri çok vahşiydi, siviller hedef alınmıştı ve ayrıca çok sayıda rehin alma gerçekleşti. Düşünün İsrail gibi bir güvenlik devleti, bir istihbarat dehası, Hamas gibi çok daha “ilkel” imkanlarla savaşan bir gruba karşı ağır yara aldı. O dönem de bu durum garip karşılanmıştı. Ancak bugünden o güne bakılınca “acaba mı?” sorusu akla gelmiyor değil. Zira bu saldırılarla ilgili Hamas, orada sivillerin olduğu bir festival olduğunu bilmediği açıklaması yapmıştı, acaba Hamas’a yanlış bir istihbarat ya da saldırı imkanı mı verilmişti? 7 Ekim’den sonra İsrail, Gazze’de taş üstünde taş bırakmayacak saldırılar yaparken hep Hamas’ın sivillere saldırmış olmasını öne sürülerek korundu, zaten ondan sonra da Hamas’ın iki lideri İsmail Haniye ve Yahya Sinvar öldürüldü, yani bir anlamda Hamas’ın kolu kanadı kırıldı.

Hamas’ın kolunu kanadını kırdıktan sonra ilerleyen dönemde İsrail gözünü Lübnan’a dikti ve Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah’ı öldürdü. Eş zamanlı olarak içerisinde sivillere yönelik saldırıların da olduğu saldırılarla Hizbullah üyelerine saldırılar düzenledi.

İsrail aynı zamanda arada sırada spor olsun diye İran’ı da vurdu. Bu arada hatırlamakta fayda var; İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan suikast gibi bir helikopter kazasında hayatlarını kaybetti.

Ortadoğu maalesef biraz yukarıda ifade edildiği gibi bir yer, bu gelişmeler “olağan” olabilir ancak bir anlamda sanki İran’ın elini kolunu bağlamak olarak da yorumlanabilir mi? Hani Ortadoğu’da kartları yeniden karabilmek için… Yani İran’a Hizbullah ve Hamas’tan gelebilecek herhangi bir desteğin önünü kesmek için, İran dışarıdan içeriye doğru çevrelenmiş olabilir mi? Ve bu da İsrail’in güvenliği için atılmış bir adım olabilir mi; neden olmasın.

Suriye gelişmesine kadar yukarıda ifade edilenlerden yola çıkarak “Hedef İran mı?” sorusu sormak oldukça klişe olabilirdi zira zaten İran sürekli bu soruyu kullanarak kendi propagandasını yaptı, ancak İran’ın müttefiklerinden Suriye rejimi de hızlı ve beklenmedik biçimde devrilince, böyle bir soru abes kabul edilmiyor ya da komplo teorisi olarak kalmıyor gibi… Ancak sadece İran’ı sınırlamak için bu kadar zahmete gerek var mı?

Neyse, dönelim Suriye’ye…

Suriye’de 12 yıldır direnen Esed rejimi 12 günde devrildi. “Aman efendim ABD ve İsrail geldi, Esed’i devirdi” gibi yazılmış çizilmiş bir senaryonun tıkır tıkır işlediği, bölgedeki tek gerçekliğin bu olduğunu iddia etmek biraz abartılı olur. Zira Rusya, Ukrayna ile meşguldü ve yorulmuştu, İsrail, Hizbullah ve İran’ı yormuştu, 12 yılın sonunda Esed’de de artık direnecek bir güç kalmamıştı. Ortada bir senaryo varsa da bu senaryonun işler olmasının arkasında sadece İsrail ve ABD yazdı herkes oynadı gibi bir ezbercilik var demek abartı olur.

Ve gelelim Türkiye’ye…

Türkiye kamuoyunda bir hastalık var; ya hep ya hiç! Yani ya çok acayip güçlü bir ülkeyiz ya da oldukça güçsüz bir ülkeyiz. Bu yaklaşım yanlış, doğrusu şöyle; Türkiye’nin güçlü ve başarılı olduğu alanlar da var, güçsüz ve başarısız olduğu durumlar da var, her ülkenin olduğu gibi…

Suriye’de Esed’in devrilmesinde SMO ile birlikte hareket eden Türkiye’nin de etkisi var. Suriye’deki gelişmelerde bir başarı varsa bu başarıda Türkiye’nin de hiç şüphesiz payı var ancak Suriye gelişmesinde Trump’ın iddia ettiği gibi tek pay Türkiye’ye ait değil, orada İsrail ve ABD’de de vardı. Bunu söylemek, Türkiye başarılı değil demek değil sadece neyin nasıl olduğunu ifade etmek.

ABD’nin yemin etme hazırlığında olan yeni Başkanı Trump, Suriye konusunda tüm başarıyı Türkiye’ye mal etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı övdü. Burada bir sorun yok zira söyledikleri yalan değil. Ancak ABD’nin bu denli övgülerine mazhar olmak aynı zamanda dikkatli olmayı da beraberinde getiriyor. Çünkü biz bu filmi daha önce görmüştük…

Filmi başa saralım ve ABD’nin Türkiye’yi en son ne zaman bu şekilde övdüğünü hatırlayalım… Irak’a girmeden önce 2003 yılında, 1 Mart Tezkeresi zamanında ve sonrasında… Neydi o proje; BOP.

BOP şuydu; ABD, Afganistan ve Irak işgallerinden sonra benim Ortadoğu’daki imajım yerle yeksan oldu, bölgeye hakim olmak ya da bölgede etkin olmak istiyorum ama benim oraya bu şekilde müdahil olmam pek mümkün değil, dolayısıyla bölgedeki müttefiklerimi arttırmam ya da ortak hareket edecek bir müttefik lazım. O dönem için Ortadoğu’daki müttefik seçenekleri azdı; zaten Suriye, Libya ve İran’la arası iyi değildi, Körfez 11 Eylül Saldırıları’na destek vermekle itham edilmişti, ayıptır söylemesi zaten Ortadoğu’da “devlet aklı” konusu da tartışmalı, şu durumda hem NATO üyesi olan, hem Müslüman kimliği olan, hem de Batı’ya bakan bir yüzü olan Türkiye ABD için ideal bir Ortadoğu partneri olur şeklinde düşünüldü. Nitekim o dönem AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu tip bir partnerliğin Türkiye’nin iyiliğine olacağını düşündüğü için bu yönde politikalar izledi. Küreselleşme, liberal demokrasi, AB üyeliği, Çözüm süreci…

BOP iyi bir giriş yapsa da ilerleyiş aynı şekilde olmadı. ABD’nin Irak ve Afganistan başarısızlıkları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “one minute” çıkışıyla İsrail’e karşı çıkışı, Arap Baharı döneminde Batı’nın Ortadoğu’da eski diktatörler lehine tavır alması ve Türkiye’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna karşı tavır alması sonrasında BOP istendiği gibi işlemedi ve rafa kaldırıldı. Yani Ortadoğu’da ağaçtan bir yaprak kopsa “aa BOP” diye her hastalığa aspirin öneren dümdüz akılların dediği gibi bir BOP da yoktu, bir BOP da uygulanmadı. Ancak bu bir benzerinin olmayacağı anlamına gelmiyor.

Şu durumda, kesinlikle böyle ve böyle olacaktır, şeklinde bir eminlikte olmasa da kuvvetli tahminle şöyle söylenebilir; Türkiye bölgede etkin bir aktör olsa da tek etkin aktör değil ve tüm aktörlerin bölgede kendilerine göre çıkarları var ve tüm aktörler bu doğrultuda hareket ediyor gibi… Bu çıkarlar da şöyle özetlenebilir…

Daha önce de belirttiği gibi bölgede tek hedef İran değil ancak Körfez’in isteği, İsrail’in ve ABD’nin güvenliği için İran’da bir rejim değişikliği planlanmış olabilir, Esed’den sonra sıra İran’a gelebilir. Rejim değişmese de oldukça güçsüz ve sınırlanmış bir İran modeli düşünülmüş gibi. Zira İran’ın nükleer programı bölgede İsrail, Körfez, bölge dışında ABD için hala önemli bir tehdit.

Bilinse de ifade etmekte fayda var; ABD, Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini sağlamak istiyor ancak Ortadoğu politikaları sadece İsrail için değil. ABD, aynı zamanda bölgedeki etkinliğini de pazar hakimiyetini de kaybetmek istemiyor. Aynı zamanda tüm varlığını İsrail’e armağan etmek üzere hazır olda da beklemiyor. Aslında ABD de “Siyonistlerin her daim ağlayarak ya da şantaj yaparak kendisinden sürekli bir şeyler istemesinden” bıkmış durumda. İsrail nedeniyle tüm dünyada “işgalciliğin destekçisi” olarak anılıyor ve bir an önce Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini sağlamak, topraklarını genişletmek, bir anlamda “al da artık yakamdan düşsün” diye uğraşıyor. Bu nedenle de Suriye konusunda İsrail toprak genişletsin, güvenliğini sağlasın, karşısında eskiden tercih edeceği “meşru” bir Esed yerine, eli daha zayıf, kolayca “gayrı meşru ilan edebileceği”, askeri mühimmatı İsrail tarafından vurulmuş yeni bir Suriye rejimini daha önce “terör örgütü” dediği HTŞ üzerinden inşa ediyor olabilir. Ve o HTŞ de Esed’in devrilmesi karşılığında İsrail’e saldırmayacağının garantisini vermiş, İsrail’in biraz toprak almasını da Esed’in gitmesi karşılığında kabul etmiş olabilir. Aynı zamanda HTŞ’nin de ifade ettiği gibi İran ve Hizbullah ile mücadele edeceğini belirten bir rejim, ABD ve İsrail’in neden işine gelmesin ki?

Tabi burada Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK ve YPG’nin elimine edilmesi konusunda Türkiye’ye vaatlerde bulunulmuş olabilir. Ve doğru nokta şu ki, PKK ve YPG’nin elimine edilmesi noktasında önce bir diyalog ortamı oluşturuluyor. Bunu, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin içeride İmralı’ya “PKK’yı lağvet, gelin bu işi çözelim”, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Suriye’de YPG’ye “silahlarınızı bırakın ve Suriye’deki yeni rejimle barışık bir biçimde Suriye içindeki yerinizi alın” çağrılarından anlıyoruz.

Peki, herkes razı ise, herkesin bir kazancı var ise, diyalog mevcut ise sorun ne? Sorun şu; sınırlı bir İran, devrilmiş bir Esed şu tabloda bölge için daha iyi görünüyor, burada sorun yok. Ancak Türkiye’nin bu kadar öne sürülmesi, yarın ne olacağını bilmediğimiz bir durumda risk değil mi?

HTŞ’yi terör örgütü olarak kabul edenler, yarın Türkiye’yi terör örgütü ile ilişkiler nedeniyle itham ederse ne olacak?

İsrail, Golan Tepeleri ile sınırlı kalmazsa ne olacak?

Filistin ne olacak?

İran, bölge için bir problem olsa da tek başına Türkiye’nin sorunu değil, Türkiye, İran ile doğrudan karşı karşıya getirilirse ne olacak?

Bölgede Müslümanlar birbiriyle çatışıyor da İsrail emellerine rahatça ulaşsın diye Müslümanların birbirleriyle çatışma ihtimali ortaya çıkarsa ne olacak?

ABD artık Trump’ın ABD’si… Trump’ın mantığını biliyorsunuz; tüm borçlarımızı Araplara ödeteceğiz, benim dönemimde Ortadoğu’da tek askerimiz ölmedi, ölmeyecek… O zaman soru şu; İsrail’in ve onun şikayetlerinden bıkmış ABD’nin güvenliği ve çıkarları için kimin askerleri ölecek? Şu uzunca anlattığım tabloda korkutucu olan bu soruya verilecek cevaptır.