Geçenlerde YouTube’da dolanırken daha önce de videolarını izlemiş olduğum bir kanalın yeni yayınlamış olduğu bir videosu düştü önüme. Kanalın formatı hep aynı; videodaki iki kişiden biri soruyor diğeri de 10 maddeden oluşan listeyi tahminler yürüterek teker teker tamamlamaya çalışıyor.
Bu seferki konu iş-yaşam dengesi bakımından dünyadaki en kötü 10 ülke. Yanıt verme pozisyonundaki şahıs biraz zorlanarak da olsa listedeki 10 ülkenin tamamına ulaşmayı başarabiliyor. Zirvede ise Türkiye var!
Sonuç şaşırtıcı. Ama ne yazık ki ağızları açık bırakacak bir seviyede de değil bu şaşırtıcılık. Hatta birçok kimsenin az çok tahmin edebildiği bir sonuç bu. Şaşıranlar da Türkiye’nin listede yer aldığına değil, zirvede oluşuna şaşırmışlardır sadece, o kadar.
***
Asgari ücrete yapılacak olan zam oranı şu sıralar gündemde yoğun olarak yer tutan bir konu. Yüzde yüz oranında bir artışa gidilse dahi asgari ücretlilerin yine de büyük ekonomik zorluklarla mücadele etmek zorunda kalacaklarını kolaylıkla tahmin edebiliyoruz. Paranın pek de bir para etmediği zamanlardan geçiyoruz nitekim.
Ne var ki aldıkları düşük ücretler, asgari ücretlilerin yüzleşmek zorunda kaldıkları tek problem değil. Asgari ücretlilerin hatta özel sektör çalışanlarının çok büyük bir çoğunluğunun, en az düşük gelir düzeyleri kadar büyük, bir sorunları daha var; iş-yaşam dengesizliği!
Statisca.com’dan alınan verilere göre hazırlanmış olan Youtube videosu iş-yaşam dengesi bakımından nerede olduğumuzu apaçık bir şekilde ortaya koysa da bu konuda ne kadar kötü bir sınav verdiğimizi görebilmemiz için herhangi bir veriye de ihtiyacımız yok aslında.
Görmek isteyen herkesin kolaylıkla fark edebileceği bir gerçek var ki; en komünistinden en kapitalistine dünyanın neredeyse hiçbir ülkesinde şahit olamayacağımız bir adaletsizlik ülkemizde fevkalade bir olağanlıkla yaşanıyor.
Fabrikalarda, cafelerde, inşaatlarda, lokantalarda, süpermarketlerde, apartman sitelerinde, petrol istasyonlarında ve daha birçok sektörde insanlar oldukça yorucu işlerde çok uzun saatler çalıştırılıyorlar. Öyle ki; haftanın altı günü 10-12 saatlik mesailer ülkemizin özel sektör bağlamında “normal”i olmuş durumda.
Ama normal değil.
Bir insanın haftanın altı günü 10-12 saat çalıştırılması, mütemadiyen yorgun bir hayata sahip olması, ailesine, çocuklarına ayıracak tek bir saatinin olmaması ve tüm bunlara oldukça düşük ücretler karşılığında maruz bırakılması hiç normal değil.
Üzerinde daha fazla konuşulması, tartışılması, gündemde çok daha yoğun olarak yer tutması gereken bir konu. Nitekim bahsettiğimiz yaşam tarzına maruz bırakılanların sayısı hiç de azımsanacak bir boyutta değil. Milyonlarca insana layık görülen bir muameleden bahsediyoruz.
Bu acımasız sistemin sadece çalışanlar nezdinde değil, eşleri ve çocukları üzerindeki olumsuz etkisini de hesaba kattığımızda sayısı on milyonları bulan bir mağduriyet çıkıyor karşımıza.
İşin en tuhaf tarafı ise; iş-yaşam dengesindeki acımasızlık noktasında listenin zirvesinde yer alan Türkiye’nin, genel ekonomik seviye bağlamında dünya genelinde orta sıralarda bir yerlerde olması. Karşımızda duran tablo bu yönüyle de üzerinde daha fazla durulması gerektiği mesajını veriyor. Nitekim gelir düzeyi bakımından orta sıralarda yer alıp da iş-yaşam dengesinde son sıralardaysanız, ortada büyük bir haksızlığın olduğunun resmidir bu.
***
Bir an önce son bulması gereken bu adaletsiz düzenin ortadan kaldırılabilmesi noktasında karşımızda iki farklı sorumlu duruyor; işverenler ve devlet.
Bu köleliği andıran sistemin daha adilane bir forma dönüştürülebilmesindeki asıl sorumlulardan biri işverenlerdir. Ama görüyoruz ki meseleyi onların insafına bırakmak sömürü düzeninin ancak daha da derinleşerek devam etmesini sağlayacak. Nitekim konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan fakat sıra icraata geldiğinde adaletsizliğin, bencilliğin, düşüncesizliğin her şeyin önüne geçtiği bir kültürün çocuklarıyız.
İşverenler de yine bu kültürün, adaletsizliğin bir yaşam tarzı haline gelmiş olduğu bu toplumun çocuklarıdırlar ve bu sebeple onlara, çalışanlarını haftalık 70 saat yerine 40-50 saat çalıştırmaları halinde onlardan pek bir şey eksilmeyeceğini ama bu küçük revizyonun çalışanların hayat kalitesine olumlu yönde önemli bir katkı sağlayacağını anlatmaya çalışabilirsiniz fakat muhtemelen bu söylemlerin herhangi bir karşılığı olmayacaktır. Zaten bilmedikleri bir şey de değil.
O zaman geriye tek bir seçenek kalıyor o da devletin bu duruma bir el atması.
Ne kadar tutarlı bir yakıştırmadır bilinmez ama kültürümüzde “devlet baba” denen bir söylem var. Devletin adil olduğunu/olması gerektiğini vurgulayan bu söylem bir babanın bütün evlatlarına eşit şekilde yaklaşması gerektiğinden yola çıkılarak icat edilmiş bir ifade.
Evet, bir babadan beklenen tüm çocuklarını eşit ölçüde sevmesi, bunu yapamıyorsa bile hepsine adilane bir şekilde yaklaşmasıdır. Doğal olarak kendisine baba yakıştırması yapılan devletin de tüm vatandaşlarına eşit şekilde yaklaşmasını beklemek en tabii hakkımız.
Yapıyor mu bunu devlet? Tüm vatandaşlarının hakkını eşit şekilde gözetiyor mu?
Hayır, yapmıyor!
Aynı ülkenin vatandaşı olan insanlardan bir kısmı -devlet memurları- haftada 40 saat çalışıyor ve nispeten daha hafif görevleri üstleniyorken, diğerleri köleliği andıran bir yaşam tarzına maruz bırakılıyorlar. Baba ise gözünün önünde gerçekleşen bu adaletsizliğe karşı kılını bile kıpırdatmıyor. Evlatlarının/vatandaşlarının bir kısmını diğerlerine göre daha fazla koruyup kolluyor.
Ve devletin topu işverenlere atma, kabahati onlarda bulma gibi bir lüksü de yok. Nitekim mesele sadece birilerinin insafına bırakılmayacak derecede hassas ve önemli.
Özel sektörde görev yapan bir bireyin insanca bir yaşam sürmesi, çocukları ile vakit geçirebilmesi, işten başka da bir hayatın olduğunu fark edebilmesi için devletin bu bireyin hakkını araması gerekiyor. Bu insanlar lüks bir talepte bulunmuyorlar, adalet istiyorlar. Adaletin tesisinden sorumlu mecra ise devlettir.
İsterse bunu yapar. Bu kokuşmuş düzene bir son verir.
Tabi isterse…