Önce tarihi arka plan: Çok eski çağlarda, Marmara denizini Karadeniz’e bağlayan İstanbul boğazı dışında 3 boğazdan daha söz edilir. Bunlardan biri, İzmit körfezi ve Sakarya gölü üzerinden, Kanrdıra fay kırığından Karadeniz’e uzanan hat. Eskiden burada bir boğaz varmış. İkinci hat, Haliç üzerinden, Kağıthane deresinden Karadeniz’e doğru uzanan bir hat. 3. çü de, K. Çekmece gölü üzerinden, Karadeniz’e uzanan hat. Bildiğimiz kanal hariç, bir de Marmara denizinden Çanakkale boğazı ile Ege çıkışı var.
Bu yeni kanal konusunu anlamak için önce Montrö Boğazlar Sözleşmesini doğru anlamak gerek. Montrö sadece İstanbul Boğazından geçişleri düzenleyen bir anlaşma değil Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı deniz trafiğini düzenleyen bir antlaşmadır. Boğazlar, Marmara denizi bize ait ise niye başka ülkelerle bir anlaşma yapıyoruz? Önce bu soruyu sormamız gerekir.
Karadeniz’e sınırı olan ülkeler; Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya, Gürcistan Azak Denizi bağlantılı Baltık denizine ırmak üzerinden bir ulaşım var. Bilmem biliyor musunuz, İstanbul surlarını bu yolu kullanarak gelen Vikingler yaptı. Tuna üzerinden bir başka yol daha var. Bir de Hazar denizine uzanan bir bağlantı var.
1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı ile İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) arasında 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandı. Buna göre Osmanlının savaş gücü ortadan kaldırılırken Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmesi söz konusu idi. Mustafa Kemal Samsun’a giderken, hem İstanbul çıkışında hem de Samsuna varışında liman kontrol giriş ve çıkışları İngilizlerin denetiminde idi. Yine bu konuda çok dikkat çekici bir husus var, Montrö Konferansı 22 Haziran’da toplandı ve yaklaşık bir ay sonra 20 Temmuz 1936'da imzalandı. İlginçtir, sözleşmeye Türkiye'nin yanı sıra Bulgaristan, Fransa, İngiltere, SSCB yanında Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya, ve Yugoslavya da imza attı. Ortada egemen bir devletle eşit şartlarda yapılan bir müzakere sonucı imzalanan bir anlaşma yok. Bu anlaşma, 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasındaki düzenlemenin Boğazlar üzerindeki kontrol ve geçiş rejimini revize eden bir anlaşmaydı. Burada Türk heyetinde yer alan isimler şöyle: Tevfik Rüştü Aras Dışişleri Bakanı, heyet başkanı, Behçet Kemal Çağlar Raportör, Süreyya Örgeevren Diplomat, Feridun Cemal Erkin Diplomat, Orgeneral Asım Gündüz, Nabi Bey Diplomat..
1918 yılına gidelim. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ile Osmanlı fiilen teslim oldu. İtilaf Devletleri (başta İngiltere ve Fransa), bu antlaşmayı gerekçe göstererek 13 Kasım 1918’de Anadolu'yu ve İstanbul'u fiilen işgale başladılar. ÇANAKKALE GEÇİLMEZ diyorlar da geçildi, hem de tek kurşun atmadan işgal edildi. 16 Mart 1920’de İngilizler, İstanbul'u resmen işgal etti. İşgalciler Meclis-i Mebusan’ı bastı, milletvekilleri tutuklandı ve bir kısmı da sürgün edildi. Bu işgal 4 yıl, 10 ay 23 gün sürdü ve 4 Ekim 1923’de İstanbul'daki son İtilaf askerleri geldikleri gibi gittiler, tek kurşun atılmadan! İngilizler gittikten sonra bizim askerler ancak 2 gün sonra 6 Ekim 1923’de İstanbul’a girdiler. Biz de o günü “İstanbulun kurtuluşu” diye kutluyoruz.
“Vahdeddin kaçtı” filan diyorlar da, İstanbul işgal altında, saray yağmalanmış, kim nereye kaçacak. Yıl 17 Kasım 1922. Vahdeddin İstanbul’da gözetim altında tutulduğu Beşiktaş Sarayı’ndan alınıp İngiliz zırhlısı HMS Malaya ile İlk olarak, sürgün yeri olarak kullanılan Malta'ya, ardından San Remo (İtalya)'ya götürülür. İlginçtir, Kars İslam Cumhuriyeti bakanlar kurulu üyeleri de Maltaya gönderilmişti. Mustafa Kemal de İttihat Terakki’nin itibarı milli bankası yöneticilerini Malta’ya sürmüştü. Bu işler böyle bir zamanda, bu ahval ve şerait altında oluyor.
Lozan’da neler olup bittiğini Rıza Nur, İnönü falan anlatır ama, zaten Rıza Nur yasaklı, inönünün anlattıklarıt da resmi tarih mantığı çerçevesinde bir şey... Kaldı ki, ilişkilerin seviyesi ve şekli zaten Lozan’ın çok ötesinde. Boğazlar konusunda Rusya gitmiş, SSCB gelmiş. Rusya, Bolşevik Devrimi (1917) sonrası savaştan çekildiği için İstanbul'un fiili işgalinde doğrudan yer almamıştır. Boğazlar uluslararası bir denetime verilse, BM ve Sovyetlerle sürekli müzakere söz konusu olacak. Lozan ve Montrö’nün imzacısı devlet de işe müdahale edecekler. Ankara hükümeti özellikle İngiltere'ye çok büyük bir itimat telkin etmiştir. Zaten Samsun’a gidiş, dönüş hepsi yakında takip edilmişti. Bir bakıma Türkiye Boğazlar için Kayyum olarak atanmış oldu. Ya da icra işlemindeki yed-i emin müessesi gibi düşünmek gerek. Türkiye boğaz geçişlerinden ücret alamıyor, geçiş şartları da sözleşme ile belirlenmiş. Biz sadece denetim, düzenleme yapıyoruz, liman, ikmal ve kılavuzluk hizmetlerinden bir gelir elde edebiliyoruz.
Zaten bu gün bu konu NATO ülkeleri açısından stratejik önemi sebebi ile ciddi bir güvenlik konusu olduğu için, yakın takip altında olan bir konudur.
Güven Erkaya, bütün boğazı boydan boya siber güvenlik sistemi ile kaplayan bir sistem kurdu, tabi ki ABD ve NATO’nun yönlendirmesi ile. Köprünün ayaklarında ya da boğazın yakın tepelerinde ayrıca bir takım kısa menzilli füze rampaları da var. Yani boğazda NATO’nun bir koruma kalkanı var. Bu da bir savaş halinde Rusya için önemli bir risk.. Rusya ancak, bizim dışımızda Kuzey buz denizi, Baltık ve Bering koridorundan sıcak denizlere ulaşabiliyor. Montro ile Türkiye’ye Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkı değil, imzacı devletler tarafından tanınan, onlar adına ve onlar tarafından çerçevesi çizilen bir denetim, yönetim ve gözetim hakkı kazandı. Barış zamanında ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanındı, ancak bundan Türkiye'nin doğrudan bir kazanımı yok. Savaş gemilerine tonaj, bildirim süresi vb. bazı sınırlamalar getirildi, Boğazların güvenliği için boğazlarda asker bulundurma imkanına sahip olduk. Evet , bu durum İşgal kuvvetlerinin boğazda kendi gemirleri ile devriye gezip kontrol yapmasından daha iyi. Ama böyle bir durum Mustafa Kemalin otoritesini zayıflatacak ve halkın işgale karşı direniş ve öfkesini artıracaktı. Bu şekilde ara bir çözüm bulundu.
Yeni kanalı bu çerçevede düşünürsek, ticari gemiler, Türkiye'nin egemen olduğu ve ekonomik açıdan gelir getirici bir proje olarak görülebilir. O güzergahta şehirleşme olacak ve buna bağlı bir rant da doğacaktır. Karadeniz ve Marmara giriş çıkışları da ayrı bir kazanç imkanı sunacaktır. Kullanıcılar açısından ise fazla beklemeden ve güvenli bir geçiş imkanı sunacaktır. Burada tartışılması gereken konu Jeolojik açıdan bunun ortaya çıkartacağı sorunlar neler olabilir? Deprem riskini artırır mı, azaltır mı, bunun iyi incelenmesi gerekir.
Rant konusunu ön gören spekülatörler çok önceden buradan tapulu arazileri toplama başladılar. Daha sonra da bunları Ankara'da iktidara yakın çevreler ve yabancı yatırımcılar devraldılar. Burada büyük bir rant olacağı açık. Burası bu açıdan Gazze ya da Panama gibi bir öneme sahip bir bölge olacak. Tabi bu konu Rant yönü ile Körfez sermayesi, özellikle de Katarla ilgili bir konu. Katar deyince Kazak asıllı bir iş adamı olan Tevfik Arif’in Türkiye Katar ve körfez ülkeleri, Kazakistan ile ilişkileri, ABD ile ilişkilerin de önemli bir rolü var. Hem Türk, hem Kazak, hem Rus hem de ABD vatandaşı. Yahudi ortakları Trump’ın da ortağı. Bu projede yer alması beklenen Taminsenin de arkasındaki isim bu kişi. Yani konu sadece Katar işi değil. Ve Katarın da ilişkileri Türkiye ve İslam ülkeleri ile sınırlı değil. Dahlan senaryosunda kenarda tutulması planan bir ülke durumuna düştü son adımları ile. Sorun daha çok Jeopolitik. Baştan Montröye taraf ülkeler buna ne diyecek?. NATO buna ne diyecek? Hele bugün için boğazlar Rusya için hayati bir önem taşıyor. Yarın Ukrayna NATO’ya katılacak olursa onlar içinde önem kazanacak. Karadenize sınırı olan AB ülkeleri içinde. Aslında bu projenin tek başına düşünülmemesi gerekirdi. Yeni hava alanı ve 3. Körünün her iki yasasında Asya-Avrupa-Afrika daimi fuar, alışveriş, sanat merkezleri açılabilirdi. Zorlu Centerin karşı tarafında boğaza tepeden bakan bir Uluslararası masın merkezi ve sanal müzayedelerinin yapıldığı bir merkez. Küçük Çekmecede dünyaya Anadolu uygarlukları anlatacak bir Siber şehir. Mutfağı, sanatı ile, ilk gösterilerin yapıldığı, sergilerin açıldığı bir merkez. Bu projeler için gecesini gündüzüne katan isimler de var, Mimar Altay Güney, Mimar Hasan Sarı.. Bunlar fazla rant getirmeyeceği ve herkes işin içinde olacağı için fazla itibar görmedi. Birkaç sermayedar, birkaç müteahhit, işler bitirilivermeli diye düşündüler herhalde.
Burada bu konuyla ilgili başka endişeler de var tabi. İki boğaz arasında tarihi yarımada ada oluyor. Tarihi yarımadanın içinde bir de suriçi İstanbul var. İstanbul depreminden sonra BM-UNESCO buradaki tarihi yapıların resterasyonu ya da yeniden iman ve inşası için devreye girip, buranın “Uluslararası Kültür Mirası” kapsamına alınarak BM’nin kontrolüne geçmesinin ötesinde, Suriçinde bir Ekümenik Patrikhane, CHABAT’ın öncülüğünde bir Karay Musevi Merkezi ve bir de HAZARA İsrailoğulları Akraba toplulukları merkezi inşa edilmesi. Hatta belki, Müslümanlar için maaşı CIA ve MI6 tarafından ödenen bir Halife bile düşünebilirler. Aslında FETÖ böyle bir misyon için hazırlanmıyor mu idi? Eğer bu suali mukadderlere cevap vermeseniz, konuya ilişkin şeffaf olmazsanız, efradına cami, ağyarına mani bir açıklama yapmazsanız, halkı ikna etmeniz zor. Hele uluslararası sisteme karşı HAYIR diyecek bir gücünüz yoksa başınıza bela alırsınız. Gazze konusunda bile İsraile HAYIR diyecek bir cesareti gösteremiyorsanız, böyle bir iş daha büyük bir cesaret isteyecektir. Yoksa boğazı yaparsanız, işletmeyi Montrö lobisine verirsiniz, Suriye’nin limanlarını işletmesini Fransızlarla vermesi gibi. O zaman da alın başınıza belayı. İstanbul boğazındaki egemenlik hakkınızı bile kamil anlamda ele alamamışken, böyle bir boğazda buna sahip olabileceğinizden nasıl emin olabilirsiniz ki! Yapıp ötekilere devredecekseniz, bunun kime ne faydası var 3 kuruşluk rant dışında. Selam ve dua ile.
'Kanal İstanbul' mu dediniz!
Abdurrahman Dilipak
Yorumlar