Türk tarafının verdiği bir başka ödün ya da taahhüt, SDG resmi varlığını sonlandırsa da büyük ihtimalle fiili varlığını devam ettirecek olmasına rağmen, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine herhangi bir askeri harekat yapmayacak olması.

Bahçeli’nin 24 Ekim 2024’teki tarihi çağrısından beri Türkiye’de iktidarın “Terörsüz Türkiye” adını verdiği bir süreç yürüyor. İktidar bu şekilde ansa da bir çözüm/barış süreci olduğu açık olan bu süreç birincisinden farklı olarak çok büyük oranda kapalı kapılar ardında ilerliyor ve kimse tam olarak sürecin neler içerdiğini veya içermediğini bilmiyor.

Öte yandan, artık süreç belli bir aşamaya geldiği için bazı şeyleri de daha net görebiliyoruz. Bu görebildiklerimiz üzerinden “Terörsüz Türkiye” sürecinin tam olarak ne olduğunu ve arka planda nasıl bir ödünleşme ve uzlaşının yaşandığını ortaya koyabiliriz. Bu şekilde Bahçeli’nin çok şaşırılan tarihi çağrısı da anlam kazanacaktır.

“Terörsüz Türkiye” süreci temel olarak Türk Devleti ile Öcalan, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve PKK’yı kapsayan “bölgesel silahlı Kürt hareketi” arasındaki dolaylı bir mutabakata dayanıyor.

Sürecin arkasında yüksek ihtimalle ABD var. ABD, muhtemelen Türk Devleti ile Kürt hareketi arasında görünmez bir garantör olarak çalışıyor ve tarafların birbirlerine olan güvensizlik sorunu ABD’nin bu rolü sayesinde aşılabiliyor.

ABD’nin Türk Devleti ile Kürt hareketini neden barıştırmaya istekli olduğu tam bilinmiyor. Sebebi sadece Trump’ın küresel düzeyde barışı sağlama istekliliği olabilir ama gelecekte İsrail için İran’a yapılacak olası bir harekat öncesi müttefiki olarak gördüğü iki gücü barıştırma isteği de olabilir veya başka bir sebep de. Ancak, anlaşılan Türk Devleti ile Kürt hareketi arasında bir çatışma olmadan uzlaşıya varılması ABD’nin talep ve isteğiyle gerçekleşen bir şey. Bunu ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack’ın sözlerinden de anlamak mümkün.

Nitekim, ABD’nin talebi ve teşvikiyle Türk Devleti ile bölgesel Kürt hareketinin şu konularda uzlaştığı anlaşılıyor: Türkiye’ye yaklaşık 50 yıldır doğrudan milli güvenlik tehdidi oluşturan PKK silah bırakacak ve kendisini feshedecek; ayrıca, SDG resmi varlığını sonlandırarak -detayları tam belli olmamakla birlikte- yeni Suriye devletine entegre olacak. Böylece artık bölgedeki silahlı Kürt güçlerinden Türkiye’ye herhangi bir tehdit gelmeyecek.

Ancak, anlaşma tek taraflı değil. Siyasi iktidar kamuoyuna farklı yansıtmaya çalışsa da Türk tarafının verdiği belli ödünler de olduğu anlaşılıyor. Bunların başında PKK’lılara af çıkartılması gerekiyor. Bu şekilde, eline silah alıp dağa çıkmış militanlar eğer hiç eyleme karışmamışlarsa muhtemelen bir gün bile hapis yatmayacak. Diğer bir ödün de Öcalan’ın meşru bir siyasal aktör olarak tanınması gibi gözüküyor. Tüm bu meclis komisyonunun Öcalan’a heyet göndermesi üzerinden dönen tartışmalar da bu durumun bir sonucu. İki sene önce söylense herkesin “yok artık” diyeceği bir şekilde, Öcalan’a meclisten bir vekil heyetinin gitmesi tamamen onun muhatap alındığının gösterilmesi için yapıldı. Öcalan’ın meşru bir siyasal aktör olarak tanınmasında ne kadar ileri gidilecek bunu henüz tam bilmiyoruz ama kamuoyunun sürece adım adım alıştırıldığı göz önüne alındığında ilerleyen dönemde bu yönde daha fazla adım atılması kuvvetle muhtemel.

Türk tarafının verdiği bir başka ödün ya da taahhüt, SDG resmi varlığını sonlandırsa da büyük ihtimalle fiili varlığını devam ettirecek olmasına rağmen, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine herhangi bir askeri harekat yapmayacak olması. Her ne kadar “anlaşma olmazsa Suriye’ye girmekten çekinmeyiz” mesajı vermek için Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ara ara çıkıp Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine askeri harekat yapabileceğini söylese de eğer uzlaşma bir şekilde devam ederse bu olmayacaktır.

Bu anlaşma belli ki başta MİT olmak üzere devletin güvenlik bürokrasisi tarafından kabul edilmiş (tabii Erdoğan’ın onayından geçerek). Devlet Bahçeli de sürecin siyasi hamiliğini yapmakta. Sürecin en baştan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı süresini uzatmak için tasarlandığını iddia edenler olsa da, sürecin başından beri dile getirdiğim üzere, ben yorumlara katılmıyorum. Bence süreç bir noktada Erdoğan’ın bu hedefine bağlanacak ancak sürecin ilk başlama nedeni bu değildi. Sebep, bölgesel düzeydeki jeopolitik gelişmelerdi.

Şu nokta çok atlanıyor: 1984’ten beri Türkiye’de silahlı eylemler yapan PKK 5 ila 10 bin kişilik bir terör/gerilla örgütü(ydü). Öte yandan SDG ise ağır silahlara sahip 100 bin kişilik tam teşekküllü bir ordu. Ayrıca, arkasında ABD desteği var ve Türkiye tarafından kontrol altında tutulamazsa İsrail’in güdümüne girmesi de ihtimal dahilinde. Tabii, Türk Ordusu’nun dünyanın en güçlü ordularından birisi olduğu göz önüne alındığında olası bir savaşta Türk Ordusu SDG’ye üstünlük sağlayacaktır ancak (Allah korusun) böyle bir savaşta çok fazla kan da dökülecektir. Hem bu durum hem de ABD’nin sürecin barışçıl gitmesindeki ısrarı Türk Devleti’ni ve Bahçeli’yi böyle plana ikna etmiş gibi gözüküyor. Bahçeli’nin Ekim 2024’teki herkesi şaşkınlığa sürükleyen çıkışı ve sonrasındaki gelişmeleri de bu gözle okumak gerekiyor.

Türk Devleti ile Kürt hareketi arasındaki uzlaşıda bu saydığım hususların olduğunu artık bilmekle beraber gerisi de var mı onu şu aşamada tam bilemiyoruz. DEM Partili siyasetçiler, anayasada vatandaşlık tanımının değişmesi veya anadilde eğitim gibi taleplerini sıkça dile getiriyorlar ama bunlar anlaşmanın halihazırda bir parçası mı yoksa ortada bir süreç varken fırsattan istifade DEM Partililer kendi taleplerini mi dile getiriyorlar, orası biraz belirsiz. Olası bir ihtimal, bunların devletin kabul ettiği anlaşmada olmadığı ama hem Erdoğan’ın hem de DEM Parti’nin “madem böyle bir sürece girildi, o zaman buradan karşılıklı bir siyasi fayda da neden çıkarmayalım” diye düşünüyor olması. Dolayısıyla sürecin ilerleyen dönemde yeni anayasa tartışmaları ile beraber DEM Parti’nin Erdoğan’a ömürboyu cumhurbaşkanlığı kapısını açmak için destek verdiği, Erdoğan’ın da vatanaşlık tanımı ve anadilde eğitim gibi hususlarda DEM Parti’nin isteklerini yerine getirdiği bir al-ver sürecine evrilmesi olası görünüyor.