Paralar, evler, saraylar, tekneler, arabalar… Hep en iyisi bizim olsun istiyoruz. Oysa en temel ihtiyacımızı unuttuk.

Artık yazmak bile istemiyorum. Çünkü yazdıklarımın ardından başıma ne geleceğinden endişe ettiğim bir ülkede yaşıyorum. Ekonominin her geçen gün daha da kötüye gittiği, bir çocuğun yemek aldığı için gözyaşlarıyla sevindiği; ama aynı anda önüne konulan yemeği beğenmeyen bir neslin yetiştiği bir ülkede. Bir tarafta Gazze’de bir tabağa şükreden çocuk, diğer tarafta tabağını iten nesiller… İşte uçurum tam da burada başlıyor.

Tarih hep tekerrürden ibarettir derler. Ama o tekerrürü hazırlayan bizim düşüncesizliğimiz, idraksizliğimiz ve açgözlülüğümüz değil mi? Aptallığımız olduğu kesin. Hep bir sistemin çarklarında dönüyoruz. Ölümü unutarak dünyaya bağlanıyoruz. Geleceğimizi kurtarma telaşıyla asıl gideceğimiz yeri unutuyoruz.

Paralar, evler, saraylar, tekneler, arabalar… Hep en iyisi bizim olsun istiyoruz. Oysa en temel ihtiyacımızı unuttuk. İnsan bir zamanlar sobasını yakmak için taşı taşa vurmaz mıydı? İhtiyaçtan doğdu bu çaba. Kıvılcım ateşi doğurdu. Ateşten sonra durmadık. Kibrit dedik, çakmak dedik, marka dedik. Hep daha iyisi, hep daha gösterişlisi. Oysa hepsinin yaptığı iş aynıydı.

“İhtiyaçlar karşılanabilir, fakat arzular sonsuzdur.” — Aristoteles

İhtiyaç dışı her şey bizi pişmanlığa sürüklüyor. Sonra adına stres diyoruz, yenilmişlik diyoruz, psikologların koltuğuna oturuyoruz. Oysa başa döndüğümüzde her şey yeniden başlayabilir. Fakat biz ne olduğunu bilmediğimiz bir sonsuza doğru sürükleniyoruz. Ne olduğunu bilmediğimiz bir gelecek için bütün ömrümüzü tüketiyoruz.

Asıl isteğimiz neydi? Asıl ihtiyacımız neydi? Bunu düşünmüyoruz bile. Alıştığımız bataklıklarda kötü kokuları bastırmak için parfümler alıyoruz. Egolarımız, nefsimiz, arzularımız… Hepsi ihtiyacın dışında büyüyen canavarlar. İşte insanlığımızı kaybettiğimiz yer tam da burasıdır. Ahlakımızı, merhametimizi, vicdanımızı burada yitiriyoruz.

“İnsanın gerçek zenginliği, sahip olduklarının azlığıyla ölçülür.” — Diogenes

Taşla işimizi görürken onun sarısını, sonra altınını aradık. Yetmedi, elmas dedik, yakut dedik. Hep daha fazlası. Oysa bu kısacık ömür için bu kadar çırpınmaya değer mi? Neden bu kadar koşuşturma? Neden bu kadar boşa nefes?

“Daha fazlasını isteyen, elindekini de kaybeder.” — Seneca

Nefsimiz bizden çok şey istiyor. Ama biz onun kölesi olmak zorunda değiliz. Basitçe uymayalım. Nefsin değil, ihtiyacın peşinden gidelim. İşte o zaman belki sevgiyi, ahlakı, merhameti ve insanlığı yeniden kazanabiliriz.

İhtiyacın ötesi nefsin köleliğidir; ihtiyacın sınırı insanlığın kurtuluşudur.