Sanatçılara sorulan “Sizi kim çağırdı?” sorusu, bir davanın değil, bir siyasi gösterinin parçası gibiydi. Zira bir yurttaşın diğerini barışçıl bir gösteriye davet etmesi suç değildir.
2025 yılının başında hayatımıza bir anda yeni bir isim girdi; Ayşe Barım. Önce sosyal medyada AKP yanlısı hesaplar ve iktidara yakın gazeteciler tarafından, dizi/film sektöründe “tekelleşme” yarattığı iddiası gündeme getirildi. Akabinde, aynı kalemler adeta bir düğmeye basılmış gibi Ayşe Barım’ı Gezi Protestolarına katılan sanatçıları “yönlendirmekle” ve hatta protestolara katılmaları için “baskı yapmakla” suçladılar. İddiaları duyanların “yok canım artık daha neler” nidaları henüz bitmeden Ayşe Barım, 12 yıl önce yaşanan Gezi protestoları gerekçe gösterilerek, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüse yardım etme suçlamasıyla tutuklandı. Tüm sağlık sorunlarına, iddianın absürtlüğüne, toplumsal muhalefetin ısrarlı çağrılarına rağmen düne kadar tutuklu yargılanmaya devam etti.
Dün, İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesinde Ayşe Barım’ın yargılaması kapsamında ikinci duruşması görüldü. Duruşma sonunda gelen ev hapsiyle tahliye kararı, yaşanan zulmün ardından “sevinçle” karşılansa da, bir gerçek hepimizin gözü önünde ortaya çıktı. Bundan sonra yeni bir “torbamız”, yeni bir düşman güruhumuz var; geziciler!
Şunu herkes bilsin ki, Ayşe Barım’ın duruşmasında yaşananlar, yalnızca bir duruşma salonunun sınırları içinde kalmayacak. Zira, tanık kürsüsüne çıkan sanatçılara yöneltilen sorular, davanın çok ötesinde bir tabloyu gözler önüne seriyor. “Gezi protestolarına katıldınız mı?”, “Sizi protestolara kim çağırdı?”, “Ayşe Barım sizi yönlendirdi mi?”… Bu sorular, bir suçu aydınlatma çabasından çok, topluma yeni bir suç kategorisi dayatma girişimiydi. İktidar, barışçıl bir gösteriye katılmayı suç haline getirerek “gezici” adında bir torba kavram icat ediyor.
Herkesin bildiği gibi Anayasa, barışçıl gösterilere katılma hakkını güvence altına alır. Bir sanatçının ya da yurttaşın protestoya katılması, başkasını davet etmesi, demokratik düzenin en olağan parçasıdır. Ancak bu hak, dün duruşma salonunda “sorgulamanın” konusu haline getirildi. Soruların niteliği, ortada işlenmiş bir suç olup olmadığını aydınlatmadı. Aksine, Anayasa ile güvence altına alınan hakların bizzat kendisini şüpheli hale getirdi.
Sanatçılara sorulan “Sizi kim çağırdı?” sorusu, bir davanın değil, bir siyasi gösterinin parçası gibiydi. Zira bir yurttaşın diğerini barışçıl bir gösteriye davet etmesi suç değildir. Davet edenin kim olduğunun da suçla bir ilgisi yoktur. Dün Ayşe Barım’ın yargılanması sırasında bu Anayasal hakikat yok sayıldı ve hatta kriminalize edildi. İnsanların tek tek hangi gösteriye kimin davetiyle gittiğini açıklamak zorunda bırakılması, gerçeği ortaya koymak için değil, korkuyu derinleştirmek için yapıldı.
Yakın geçmişte defalarca gördük; muhalifleri susturmanın en kolay yolu, geniş ve yoruma açık suçlamalar üretmek oldu. “Planlama”, “örgütleme”, “yardım etme” gibi belirsiz kavramlarla açılan davalar, insanları topluca sanık sandalyesine oturttu. Gezi davası, bu yaklaşımın en sembolik örneğiydi. Bugün Ayşe Barım üzerinden yaratılan “gezici” suçlaması da aynı yöntemin güncel versiyonudur. Farklı olan tek şey, kullanılan yaftanın adı. Amaç hiçbir zaman değişmedi: muhalefeti sürekli şüpheli kılmak, toplumu korku altında tutmak.
Ayşe Barım’ın davasında asıl dikkat çekici olan, hukukun giderek sembolik bir hale gelmesi. Tutukluluğun sürmesi için “kuvvetli şüphe” gerekçesi yeterli görüldü. Sağlık sorunları hayati boyuta ulaşmışken, riskler dile getirilirken bile tutukluluk devam ettirildi. Çünkü burada mesele Barım’ın kişisel durumu değil. Mesele, onun üzerinden topluma verilecek mesajdır: “Gezi” ile yan yana gelen herkes, her an şüpheli olabilir.
Dün duruşma salonunda yaşananlar, iktidarın niyetini açıkça gösteriyor. Gezi eylemlerini bir darbe teşebbüsü gibi sunarak, toplumun en geniş kesimini “suç potansiyeli” altında tutmak isteniyor. Bir sanatçının protestoya katılmasıyla, bir öğrencinin pankart açmasıyla, bir yurttaşın sosyal medyada dayanışma çağrısı yapmasıyla aynı çuvala konulması işte bu yüzden. Yarın kime sıra geleceğini kimse bilmiyor. Bu belirsizlik, hukuktan çok daha etkili bir korku aracına dönüşüyor.
Tam da bu yüzden Ayşe Barım’ın başına gelenler yalnızca onun talihsizliği değildir. Zira “gezici” etiketiyle suçlanan yalnızca bir kişi değil, aslında toplumda temel haklarını kullanan herkesin iradesidir. Eğer bu gidişe sessiz kalınırsa, yarın herhangi birimizin üzerine aynı yafta yapıştırılabilir. Ezcümle, eğer korkmaya ve susmaya devam edersek, yeni cadı avının parolası olan “o soru” bir gün hepimize sorulacak; “Gezici misin?”