Türkiye bir kez daha "yeni bir Anayasa" tartışmalarına sahne oluyor. Meclis koridorlarında, televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde, "toplumsal sözleşme", "sivil anayasa" ve "yeni Türkiye ruhu" gibi kavramlarla “rejim değişikliği” dolaşıma girmiş durumda. Cumhurbaşkanı'nın çağrısıyla başlayan bu süreçte, Anayasa Komisyonu'nun yeniden kurulması ve siyasi partilerin bazı başlıklarda uzlaşmaya çalışması, dikkatleri tekrar demokrasi, hak ve özgürlükler eksenine çekmiş gibi görünüyor. Ne var ki bu tartışmaların en dikkat çekici ve bir o kadar da çelişkili yönü, "terör" tanımı üzerinden yürüyen söylemlerde gizli.

AK Parti ve MHP’nin de yer aldığı iktidar bloğu, son dönemde özellikle Kürt meselesine ilişkin daha “ılımlı” bir dil kullanıyor. DEM Partinin açık katılımı, bu söylem değişikliğini daha da görünür hale getiriyor. Cumhurbaşkanı'nın bazı açıklamaları, "barış süreci" yıllarını hatırlatan bir tınıya sahip. Kimi AKP’li isimlerin geçmişte "terörle iltisaklı" olarak görülen bazı isimlerle yeniden temas kurması ya da bu isimlerin yeniden meşruiyet kazanması, Türkiye’de terör tanımının siyasi bağlamda esneyebildiğini açıkça gösteriyor. Esasen bir kez daha Türkiye’de “terör” tanımının bir istisna hali olduğu ve istisnaları da iktidarın tanımladığı kanıtlanmış oluyor.

Ancak tüm bu “normalleşme” sinyalleri, bir kesimi tamamen dışarıda bırakıyor: KHK’lılar.

15 Temmuzun ardından ilan edilen OHAL sürecinde yayımlanan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yüz binlerce kişi görevden alındı, mesleklerinden ihraç edildi, pasaportlarına el kondu, kamusal hakları gasp edildi. Aradan yıllar geçmesine rağmen, bu kişilerin önemli bir kısmı hâlâ kamuda çalışamıyor, özel sektörde iş bulamıyor, seyahat edemiyor. Üstelik büyük çoğunluğu hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı bile yok. Sadece "iltisak" ya da "irtibat" gibi muğlak kavramlarla anayasal hakları sınırlandı.

İşte tam da burada temel bir çelişki ortaya çıkıyor: Eğer Türkiye, barış sürecine benzer bir normalleşme hattı izlemeye hazırlanıyorsa; terörle mücadele anlayışını yeniden tanımlamak ve "silah dışında her türlü siyasal mücadele meşrudur" ilkesini benimsiyorsa, bu yeni anlayış neden KHK’lıları kapsamıyor?

Gerçek şu ki, KHK’lılar meselesi siyasetin "kör noktasında" kalmaya devam ediyor. Bugün hiçbir büyük siyasi parti bu sorunu açıkça sahiplenmiyor. İktidar cephesi bu konuyu artık "kapatılmış" olarak görüyor. Ana muhalefet partisi ise, zaman zaman KHK’lılara dair mağduriyet söylemleri kullansa da somut bir politika önerisi sunmaktan kaçınıyor. Kürt meselesi üzerinden terör tanımını revize etmeye çalışan çevreler ise, nedense bu revizyonun KHK’lılara asla uzanmasını istemiyor. Oysa hukuk, bağlama göre değil ilkeye göre işler.

Bugün "barış" diyen herkesin şunu açıkça sorması gerekiyor: Siyasi arenada meşruluk kazananlar arasında, vaktiyle sırf düşüncesi, çevresi ya da geçmiş görevi nedeniyle KHK ile ihraç edilenler neden yok? Terörle mücadelede kullanılan ölçütler esniyorsa, bu esneme neden sadece belli bir kesim için geçerli?

Eğer Türkiye gerçekten demokratikleşecekse, bu sadece bazı dosyaların açılmasıyla değil, aynı zamanda bazı dosyaların da adil şekilde kapanmasıyla mümkün olabilir. Barış süreci elbette önemlidir. Toplumsal uzlaşı elbette gereklidir. Ancak bu uzlaşının, milyonlarca insanın hayatını karartan KHK rejimini ve onun yarattığı sistematik adaletsizlikleri dışarda bırakması, baştan sakat ve sürdürülemez bir barış anlayışıdır.

Bugün "terörle mücadele" kavramı yeniden tanımlanıyorsa, bu tanım yalnızca siyasi dengelere göre değil, adaletin evrensel ilkelerine göre yapılmalıdır. Aksi takdirde, bu barış süreci de önceki gibi yarım kalır, yeni bir mağdurlar kuşağı yaratır. Gerçek bir barış; geçmişin adaletsizlikleriyle yüzleşmeden, tüm kesimlere adil davranmadan mümkün değildir. Tam da bu nedenle, etkisi milyonlara ulaşan KHK rejimi sürdüğü müddetçe kalıcı bir barıştan bahsetmek mümkün olmayacaktır.