Üniversitenin kapısından çıkan gençlerin “üniversite mezunuyum ama işsizim” cümlesine sıkıştığı bir dönemde, YÖK’ün dün açıkladığı Üniversite-Sektör İş birliği Komisyonu kararları aslında geç kalmış bir adımdı. Çünkü yıllardır üniversiteler kendi içinde ideal bir şeyler ararken, sektör de kendi içinde hızla bir şekilde dönüştü. İki taraf çoğu zaman birbirini sadece uzaktan izliyordu. Şimdi ise komisyon ile bu makasın kapatılması gerektiği açıkça kabul ediliyor.

Komisyonun odağında, üniversite müfredatlarının sektör ihtiyaçlarına göre güncellenmesi, iş dünyasıyla sürekli temas hâlinde olan bir eğitim modeli inşa edilmesi ile özellikle yapay zekâ, dijital üretim, ileri veri işleme, yeşil dönüşüm gibi yükselen alanlarda öğrencilerin gerçek iş deneyimine temas etmesi var. Elbette bu bir uyum hamlesi gibi gözükse de aslında Türkiye’deki yükseköğretim sisteminin en kritik kırılma noktalarından birine işaret ediyor: Üniversite artık bilgi aktaran bir kurum olmanın ötesine geçmek zorunda; aynı zamanda beceri üreten, öğrenciyi üretim süreçlerine entegre eden bir ekosistem olmak zorunda.

Mezun istihdamı için, kısa stajlarla “mış gibi” yapmak yerine işyerine dayalı eğitim modeli getirilmesini oldukça önemli buluyorum. OSB-MYO yapılanmasının yaygınlaştırılması, yükseköğretimde esnek, modüler ve çok kanallı bir akışı yakalamak elzem. Aslında Türkiye’nin yıllardır tartıştığı “nitelikli işgücü açığı” tam da bu tür yapısal reformlarla kapatılabilir. Sorun üniversitenin fazla teorik olmasından ziyade, teoriyle pratiğin bir araya getirildiğinde ortaya yeni bir katma değer çıkarmayı başaramamasıydı.

Şimdi asıl soru, bu kararların sahaya nasıl yansıyacağı. Çünkü sektör iş birliği kulağa hoş gelen bir kavram ama yanlış uygulandığında öğrenciyi ucuz iş gücüne dönüştüren, üniversiteyi de piyasaya endeksleyen bir yapıya dönüşebilir. Buradaki kritik eşik, üniversitenin akademik özerkliğini koruyarak sektöre yaklaşması; yani piyasanın ihtiyaçlarını gözetirken, araştırma kültürünü erozyona uğratmayan bir denge kurabilmesi. Dünya örneklerinde bu dengeyi başaran sistemler, inovasyonun, girişimciliğin ve yaratıcı endüstrilerin hızla büyüdüğü ülkeler oluyor. YÖK’ün attığı adım da bu potansiyele işaret ediyor ama potansiyelin gerçek kapasiteye dönüşmesi, ancak güçlü şeffaflık, sürekli izleme ve nitelik temelli değerlendirme mekanizmalarıyla mümkün.

Ayrıca bu yaklaşımın sadece mühendislik veya üretim alanlarıyla sınırlı olmadığını unutmamalıyız. Sosyal ve Beşerî Bilimler gibi alanların da sektörle iş birliği modeli yeniden düşünülmeli.

Türkiye yükseköğretiminin yıllardır aşındırdığı o mezun-istihdam uyumsuzluğunu bu kez gerçekten masaya yatırmış gibi. Eğer üniversiteler bu süreci ciddiyetle sahiplenir, sektör de bu iş birliğini bir fırsat değil bir sorumluluk olarak görürse, Türkiye’nin gençlerine yalnızca iş değil, aynı zamanda bir gelecek tasavvuru sunmak mümkün olacaktır.