Film sonunda, trenin raydan çıkması, sistemin ancak tamamen yıkıldığında yeni bir hayatın mümkün olabileceğini ima eder.
Bir tren... Dünyanın etrafında durmaksızın dolaşan bir tren. Dışarısı ölü, içerisi sömürüyle kaynayan bir mikrokozmos. Bong Joon-ho'nun 2013 yapımı Snowpiercer filmi, sınıf ayrımlarını, kapitalist sistemin kendini yeniden ve yeniden nasıl ürettiğini, isyanın, örgütlülüğün ve ihanetin aritmetiğini anlatan çok katmanlı bir alegori olarak sinema tarihine geçiyor. İçinde yaşadığımız sistemin, dünya donsa bile trenin raydan çıkmaması için nelerden vazgeçebileceğini anlatıyor bize. Bu yazı, o raylar üzerinden ilerleyerek bugünün dünyasına, Türkiye'sine ve insanlığın geleceğine bakan bir eleştiridir.
Trenin arka vagonları, modern dünyanın yoksullarının, çalışma kamplarındaki mahkumlar gibi bir işlev gördüğü yer. Burada insanlar sadece yaşamaya çalışmaz, hayatta kalabilmek için insanlıklarından, onurlarından, hatta bedenlerinden bile vazgeçmek zorundadır. Tıpkı 19. yüzyıl Sanayi Devrimi'nin çocuk işçileri gibi, burada da yaşayanlar "mükemmelliğin sistemine" enerji sağlamakla yüklenmiştir. Filmde trenin arka vagonlarından öne doğru gerçekleşen isyan, sadece bir başkaldırı değil, tarih boyunca ezilenlerin yazılmamış ama hissedilen destanıdır.
Curtis'in öncülüğündeki isyan, Paris Komünü ‘nün, Petrograd Sovyeti'nin ve 1970 Kocaeli Grevlerinin ruhunu taşır. Bu başkaldırı, her devrimde olduğu gibi, içinde kendi zaferini ve ihanetini taşır. Gilliam, sistemi yıkma söylemiyle hareket ederken aslında Wilford'la dansta olan biri̇ olarak belirir. Bu, devrimlerin, para babaları ve işbirlikçiler tarafından nasıl kontrol altında tutulmaya çalışıldığının bir göstergesidir. Sistemin içinde "kontrollü kaos" yaratmak ve her ihtimale karşı bir isyan lideri daha önceden belirlemek.
Wilford, bu trenin tanrısıdır. Sistemi kuran, yöneten ve sürdüren bir demiurgos. İktidarın hem korkuyla hem de nimet dağıtarak kendini kutsamasının cisimleşmiş halidir. O, sistemin devamı için kontrol edilebilir isyanlara izin verir, kendi muhalefetini yaratır. Bu noktada film, Gramsci'nin "hegemonya" kavramını sinemasal olarak karşılıklar. İktidar, sadece sopa ile değil, rıza üreterek ayakta kalır.
Curtis, sonunda sistemin parçası haline gelme teklifini reddederek devrimci bir irade sergiler. Bu, Rosa Luxemburg'un "ya sosyalizm ya barbarlık" seçeneğiyle yüzleşen bireyin kararlığı gibidir. Ama onun kurtuluşu bireysel bir yükseliş değil, son vagonun yıkılmasıyla herkese yeni bir başlangıcın kapısını aralamasıdır.
Filmdeki kompozisyon, bize ve yakın geleceğimize dair izler de taşır. Bu sistematik, Türkiye'deki sınıf bilincinin nasıl köreltilip yerine "orta direk" masalının nasıl inşa edildiğini de gözler önüne serer. Rayların sümük gibi çekildiği bir hatta, herkese "yerini bil" dendi. Medya, din, milliyetçi hezeyanlar ve reality şovlar, trende koltuğunu kaybetmemek için susan bir toplumun narkozuydu. Snowpiercer bu nedenle sadece bir bilimkurgu değil, geleceğe dair en net tarihsel ikazlardan biri olarak nitelendirilebilir.
Film sonunda, trenin raydan çıkması, sistemin ancak tamamen yıkıldığında yeni bir hayatın mümkün olabileceğini ima eder. Dışarıdaki soğuğun içeriyle yer değiştirdiği o an, yeni bir dünyanın çatısındaki ilk çividir.
Ve belki de sormamız gereken şudur:
Bu tren nereye gidiyor? Ve biz hala hangi vagondayız?