İki Gün, Bir Gece, dayanışmanın kaybıyla insanlığın da yok olmaya yüz tuttuğunu anlatan sade ama vurucu bir ağıttır. Sandra, sonunda iş arkadaşlarından birçoğunu ikna edemez. Fakat geri kazandığı şeyler, onurunu, direnci ve yüksek çıkan sesidir.

Dardenne kardeşlerin 2014 tarihli Deux Jours, Une Nuit (İki Gün, Bir Gece) filmini irdelemek istiyorum. Zira gerek yakın dönem Avrupası’nda gerekse içinde bulunduğumuz dönemin Türkiye’sinde işçi sınıfı ve işçi haklarını değerli notalarla anlamlandıran bir film olduğunu düşünüyorum. İki Gün, Bir Gece filmi yalnızca bir kadının işini kurtarma çabası değil; aynı zamanda kapitalizmin modern trajedilerinden birini sahneleyen, sessiz ama çığlık çığlığa bir haykırış. Bu yazıda, bu minimalist görünümlü yapıtın altını oyduğumuzda ortaya çıkan büyük yapısal çöküşü, Avrupa toplumunun içten içe çürüyen dayanışma damarını ve işçiye reva görülen “piyasa etiğini” tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya çalışacağım.

Jean-Luc Godard bir zamanlar, "Sinema, gerçeğin saniyede 24 kez yalan söylemesidir" demişti. Oysa Dardenne kardeşlerin sineması, gerçeği en çıplak haliyle saniyede 24 kez yüzümüze çarpıyor. İki Gün, Bir Gece, işten atılmak üzere olan Sandra’nın (Marion Cotillard’ın olağanüstü performansına dikkat çekmek istiyorum) 16 iş arkadaşını hafta sonu boyunca tek tek ikna etmeye çalıştığı o boğucu ve kısır döngüye hapsolmuş iki günün hikayesidir. Ancak bu iki gün, yalnızca bireysel bir direnişin değil, aynı zamanda neo-liberal düzenin çalışan üzerindeki görünmez tasmasının da filmidir. Filmde Sandra’nın iş arkadaşlarının önüne konulan seçenek, öylesine basit gibi görünür. Söz konusu kişi işine devam etsin mi, yoksa 1000 Euro prim mi alsın? Aslında bu basitlikte yatan şey, modern kapitalizmin en çürük mayasıdır. Bireyi yalnızlaştırmak, kolektif dayanışmayı erozyona uğratmak ve emeği bir “tercih meselesi” haline getirmek. Bu ikilem, aslında bugünün Avrupa’sında ve elbette Türkiye'sinde de sıradanlaşmış bir travmadır. "Senin hayatta kalışın, benim kazancıma bağlıysa... affedersin ama seni feda ederim."

Avrupa’nın göbeğinde geçen bu film, kıtanın 21. yüzyılda içine düştüğü sosyoekonomik yalnızlığın bir haritası. Fransa'da, Belçika'da, İspanya'da her yıl binlerce insan “verimlilik” bahanesiyle işlerinden atılırken, sendikalar susturuluyor, iş güvencesi “piyasa esnekliği” adıyla paramparça ediliyor. Ve insanlar artık birer meslekten çok “maliyet kalemi” olarak görülüyor. Sandra'nın iş arkadaşları arasında geçen diyaloglar, neoliberal sistemin işçiyi nasıl “öteki” ne dönüştürdüğünü açıkça gösteriyor. Kapitalizm, dostlukla maaş arasına bir çizgi çekiyor ve o çizgi, günün sonunda hep patronun lehine netleşiyor.

Sandra, sadece işini değil, aynı zamanda ruhsal bütünlüğünü de kaybetmiş bir kadın. Antidepresanlarla ayakta durmaya çalışıyor. Bu da sistemin bir başka çürütücü yönü. Ekonomik güvencesizlik, sadece maaş kaybı değil, aynı zamanda özgüven, onur ve ruh sağlığı kaybı demektir. Psikolojik çöküş, kapitalist düzenin en görünmeyen ama en derin yarasıdır. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Sandra bu filmde, emeği için savaşırken yalnızca kadınlığını değil, insanlığını da savunuyor.

Dardenne’lerin kamerası ne kahraman yaratıyor ne de kurban. Onlar sadece yalın gerçekliği anlatmaya çalışıyor. Sandra’nın yürüdüğü her adımda, bir utançla, bir hayal kırıklığıyla ve bazen de bir umutla karşılaşıyoruz. Bu, modern bireyin yalnız yürüyüşünün bir resmi adeta. Tıpkı Albert Camus’un Sisifos Söyleni”ndeki gibi. Sandra taşı her gün tepeye çıkarır, tekrar aşağı düşer, ama yılmaz. Çünkü insanın hakikatle ilişkisi, çoğu zaman absürt bir mücadeledir.

Türkiye’de emekçilerin yaşadığı tablo da bu filmle bire bir örtüşür. Burada da primler, kadrolar, güvenceler patronun iki dudağı arasında. Sendikal hakların bastırıldığı, taşeron sistemin norm haline geldiği bir düzendedir ve bu anlamda İki Gün, Bir Gece, Türkiye’deki işçi sınıfının durumuna da bir ayna tutar. Filmin yüzümüze çarptığı en net gerçeklik aslında her gün kendi Sandralarımızı kaybettiğimizdir… Sessiz, habersiz, alkışsız...

İki Gün, Bir Gece, dayanışmanın kaybıyla insanlığın da yok olmaya yüz tuttuğunu anlatan sade ama vurucu bir ağıttır. Sandra, sonunda iş arkadaşlarından birçoğunu ikna edemez. Fakat geri kazandığı şeyler, onurunu, direnci ve yüksek çıkan sesidir. Bu film, “bireysel başarının” değil, “kolektif vicdanın” sinemasıdır.

Çünkü bazı zaferler, kaybederek kazanılır.