Pazartesi.
Yalnızca bir günün adı değil, umutların asansör gibi indiği, hayallerin haftalık programda yer bulamadığı, hayatın iş saatlerine sıkıştırıldığı o çürük zincirin ilk halkası.
Ve işte o zincirden kopmuş, kıyıya vurmuş adamların hikayesi anlatılır bu filmde. Marx’ın Kapitalindeki önsöz gibi, “Anlatılan senin hikayendir.”

Fernando León de Aranoa’nın 2002 yapımı bu başyapıtı sistemin dışına itilen işsiz bırakılmışların hikayesidir. Yani sistemin seni “gereksiz” ilan ettiği anların uzun, sessiz, can yakan anatomisi. Filmde yaşadığımız şehir San Fernando değil, Madrid değil, İzmir değil, Paris değil…
O şehir, sistemin dışına düşen herkesin yaşadığı o görünmeyen ülkedir aslında…

“Vazgeçilenler Cumhuriyeti.”

Ana karakterler bir zamanlar tersanede çalışan işçilerdir. Ancak şimdi kaldırım taşlarında iş aradıklarını görürüz. Aslında aradıkları şey iş değil, varlıklarını kanıtlayacak bir sebebin ta kendisidir.
Çünkü kapitalizm sana yalnızca maaş veren ve emeğini sömüren bir sistem değil, aynı zamanda varlık hakkını da maaş bordrosuna yazan bir düzendir…

İşin yoksa, anlamın yoktur.
Anlamın yoksa, sistemin seni hatırlamasına da gerek yoktur.

Filmde anlatılan bir fıkra var ki, yalnızca mizah değil; bir çağın ironik ağıtıdır.
Eski bir Sovyet kozmonotun anlattığı gibi, iki eski komünist karşılaşır.
Biri şöyle der:

“Dostum, bize komünizmle ilgili anlatılan her şey yalanmış.”
Diğeri acıyla cevaplar:
“Ben daha kötüsünü fark ettim. Kapitalizme dair anlatılan her şey doğruymuş.”

Evet, kapitalizmin en büyük başarısı yalan söylemeden seni sömürmesidir.
Sana hiçbir şeyi vaat etmez. Ama her şeyi alır.
Ahlakını, zamanını, onurunu ve en sonunda kendini…
Ve en kötüsü, seni buna ikna eder.

Filmdeki karakterler sadece işsiz değildir. Aynı zamanda görünmezleşmiş insanlardır.
Barlarda içki içerken bile “orada olmamaları gerektiği” hissiyle kuşatılmışlardır.
Çünkü sömürü düzeni, “Sisteme faydan yoksa, sahnede durma” der insanlara…

Bu, yalnızca ekonomik bir dışlanma değil, ontolojik bir yok saymadır.

“İnsan ancak işe yaradığı sürece insandır. Ve bu sömürü düzeni, insanı işe yaramaz kıldığında, ona 'insan gibi hissetme' hakkını da elinden alır.”

Los Lunes al Sol, erkekliğin sadece kasla değil, maaşla ölçüldüğü bir çağın trajik anlatımıdır.
Kadınların çalıştığı, erkeklerin ise evde kaldığı bu tersyüz olmuş roller, klasik "güç" algısını paramparça eder.

Ama en çarpıcı olan şudur…
Bu adamlar ne başkaldırır, ne de devrim yapar.
Sadece konuşurlar.
Yani insanlık tarihinin en uzun devrim hazırlığı… Konuşmak…
Çünkü susmak, sistemin lehinedir.
Ama konuşmak, hâlâ insan kalabildiğimizin son işaretidir.

Filmin adı bir ironidir. Türkçe ismiyle “Güneşli Pazartesiler.”
Güneş, ısıtmayan bir güneştir.
Çünkü o güneş, sistemin dışına atılanlar için yalnızca bir optik illüzyondur.
Ve Pazartesi, artık bir haftanın başlangıcı değil; bitmeyen bir belirsizliğin tekrar eden tortusudur.

Bu film, kapitalizmin hafta içi ritüellerine katılamayanların yalnızlığıdır.
Sistemin takviminde adı olmayan insanlara bir gün bırakmayan düzenin kendisidir.

İşçilerin çalıştığı Tersane kapandığında yalnızca fabrikalar kapanmaz aslında.
Emeğin tanımı, ailelerin huzuru, mahallelerin sesi ve yaşamın umudu da kapanır.

Ve geriye kalan, işsizliğin yalnızca ekonomik değil; varoluşsal bir kriz olduğunu anlatan bir başyapıttır.
Los Lunes al Sol, öfkesini haykırmayan ama her sahnesiyle sisteme tırnak geçiren bir film.
Sessizce izler, sessizce ağlarsın. Ama dışarı çıktığında kafanda bir çığlık dönüp durur ve haykırarak şunu söyler…

“Evet…Kapitalizme dair anlatılan her şey doğruymuş.”