Bugünün Türkiye’sinde ise, o kutudan artık sadece eşek değil, yapay zekâ makyajlı cehalet, ambalajlanmış liyakatsizlik ve demokrasiyle süslenmiş otokrasi çıkıyor.
1978 tarihli Köşeyi Dönen Adam filmi, görünürde bir gülmece, derininde ise bir ülkenin boynuna geçirilmiş ithal kravatın öyküsüdür. Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğinde, Kemal Sunal’ın halkın ta kendisi olan karakteriyle can bulduğu bu film, Türkiye'nin ABD güdümlü ekonomik ve kültürel düzenine çarpıcı bir taş atar. Ama öyle taş ki... Bu taş, suda halkalar çizmez; doğrudan bataklığa düşer.
Filmdeki başkahraman Adem, bir gecede "zenginleşmeye çalışan" Türk insanının karikatürüdür. Yoksullukla bezeli geçmişinden kurtulma hayali, onu gazete kuponları ile eşya almaya çalışan, inandırılmış yalanlarla boğuşan ve çokça cehaletle bezeli bir yükseliş hikâyesine savurur. Ancak bu bir yükseliş değil, ABD yapımı bir düşüşün perdesidir.
Filmin en çarpıcı metaforu nedir derseniz, o da Amerika’dan gelen eşektir. Gönderilen bir eşek, sistemin rezilliğini özetler. Zira topluma empoze edilmiş “ABD” algısı trajikomik bir gerçekliği yüzümüze çarpar. “ABD’den ne gelse iyidir.”
Bu eşek, sadece bir hayvan değil; Batı’nın, özellikle de Amerika'nın Türkiye’ye "medeni katkısıdır". Bir “yardım” kılıfında gönderilen, ama ne işe yaradığı belli olmayan, hatta varlığı bile utanç verici olan şeylerin sembolüdür. Bu eşek, Marshall Planı'nın post-modern torunu, NATO'nun sempatik maskotudur. Yani, yaldızlı paketle gelen aşağılanmadır.
“Koskoca Amerika’dan gele gele sen mi geldin?”
Adem karakterinin bu repliği, bir Anadolu insanının ağzından çıkan ama aslında Türkiye'nin kolektif bilinçaltından fışkıran bir sitemdir. Amcasından miras olarak gelen bu “eşek”, simgesel olarak Amerika'nın Türkiye'ye kakaladığı sözde kalkınma paketlerinin, teknolojiden çok, bağımlılık taşıdığını anlatır. Hani Amerika’dan yardım gelir, yardımın adı yardım olur ama içeriği bağımlılık yapar ya… İşte o eşek, kalkınma maskesi takmış bir geri kalmışlıktır.
Bu noktada Atıf Yılmaz, adeta bir Brecht'çi yabancılaştırma efektiyle bizi güldürürken düşündürür. “Eşek gibi çalıştırılmaya” mahkûm edilen halk, bu kez bir eşeği, dış güçlerden gelen bir “armağan” olarak kucaklar. Gülünçtür; çünkü absürttür. Ama düşündürücüdür; çünkü gerçektir. Bu replik, Amerikan emperyalizminin Türkiye'ye kültürel hegemonya ve iktisadi bağımlılık üzerinden neyi miras bıraktığını sorar: Teknoloji mi, refah mı, yoksa içi boş bir eşek mi?
Eşek, aynı zamanda cehaletle barıştırılmış halkın kaderine razı oluşunu da simgeler. “E madem Amerika'dan geldi, mutlaka kıymetlidir” diye düşünülmesi, Batı’dan gelen her şeyin kutsanmasına da bir eleştiridir. Hediye paketi süslüdür ama içinden eşek çıkar; bu, o dönemin siyasal teslimiyetçiliğini tiye alan zekice bir alegoridir.
Yani bu replik, Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünde bir yandan umut ararken, öte yandan da o umudun kuyruğuna takılmış koskoca bir hayal kırıklığını anlatır. O eşek, ithal hayallerin, montaj sanayinin, borçla alınmış kalkınmanın, taklit modernitenin ve popüler kültürün sırtımıza yüklediği her şeydir.
Filmdeki en önemli karakterlerden biri de Ali Şen’in canlandırdığı “Hacı” karakteridir. Mütedeyyin ve muhafazakâr bir karakter olan Hacı, ABD’den miras gelen eşeğin içinde bir Elmas olma ihtimali ve bu elmasın müstakbel damadı Adem’e kalma olasılığı üzerinden ortaya çıkan çıkar ilişkisi sonrası o güne kadar eleştirdiği ve “Zinhar” dediği şeyleri sorgusuzca yapmaya başlar. Özellikle içtiği Viski sahnesi çok önemlidir. Aslında Hacının viski içtiği sahne, davaya değil, ranta âmin diyen bir figürün iki yüzlülüğünü suratımıza tokat gibi çarpar. Hacı, görünürde inançlı, muhafazakâr bir figürdür. Ancak para ve çıkar söz konusu olduğunda dini hassasiyetlerini rafa kaldırır. Elindeki viski bardağı aslında onun sahte dindarlığının, gösterişe dayalı pragmatik inanç pratiğinin simgesidir.
Hacı karakteri üzerinden karakterize edilen “dünün mücahitleri, bugünün müteahhitleri” sloganı hâlâ canlıdır. Çünkü bu zihniyet değişmemiştir, sadece araç ve şekil değiştirmiştir. O zaman da köşe dönmeyi dava zannedenler vardı, bugün de AVM temelinde dua okuyanlar aynı motivasyonla hareket ediyor. Aslında Hacı karakteri, 1980’lerin sonu ve 90’ların başında palazlanmaya başlayan yeni muhafazakâr sermayenin ön izlemesidir. Mütevazı cami avlularından holding kulelerine çıkan bu sınıf, halka dini sadakat ile yaklaşır ama iktidara her zaman ekonomi diliyle seslenir.
Medyada, siyasette, iş dünyasında, Hacı gibiler yalnızca takke değiştirerek sahnede kalır. Dün “ahlak” derlerdi, bugün “değerler” diyorlar. Köşeyi dönen adamların meydanlara çıkmak için teoride düşman saydıkları burjuvaziden icazet beklemeleri de başlı başına bir ironidir. Çünkü halen sistemin içindeler. Onlar için ideoloji bir asansör gibidir. Yukarı çıktıklarında, aşağı inmeye çalışanlara “yer yok” derler.
Eşeğin bile “akıllı” sayıldığı bir sistemde, zekâ artık paranın yanında figüran bir özellik haline gelmiştir. Şirket müdürünün, Adem’e, "geri dön, seni yönetim kurulu başkanı yapacağız" sözü ve hacının “mister eşek ne olacak” sorusuna karşılık Adem’in “onu da müdür yaparız” cevabı, Türkiye’de liyakatin değil, çıkarın belirleyici olduğu her kurumsal yapının ironik bir portresidir. Bu sadece özel sektör değil, kamuya da giydirilmiş bir elbisedir. Diplomasız yöneticilerin, torpilli CEO'ların, hiçbir niteliği olmayan “danışmanlar”ın varlığı bu repliğin canlı tezahürleridir. Zekâ artık yalnızca, bir eşeğe atfedilebilecek kadar ucuz bir meta haline gelmiştir.
Hacının kızının, patronun servetini öğrenip zenginle oynaşması ve annesinin sessizce buna göz yumması, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde kadının, cinselliğiyle sosyal mobilite arayışına itilmesini anlatır. Eşeğin dışkı nöbeti sahnesi ise daha da derindir. Zengin sınıfın hem bireyleri hem değerleriyle kokuştuğunu ama buna rağmen her köylünün, her yoksulun onların saflarına katılmak için sıraya girdiğini gösterir. Tıpkı günümüz sosyal medya fenomenlerinin zenginlerin sofrasına oturmak için "reklam iş birliği" bahanesiyle değerlerini feda etmeleri gibi.
“Taa Amerikalardan buraya içi boş eşek gelir mi?”
İşte Türk toplumunun hâlâ cevabını veremediği ve her seferinde başka başka eşeklerin sırtında taşınan bir sorunun nüvesidir bu. Cümledeki ironi, yalnızca bir eşeğe değil, yıllarca süren kültürel ithalata, şekilsizce benimsenmiş tüketim alışkanlıklarına, moda diye giyilen fikir kalıplarına, “özgürlük” diye pazarlanan yeni zincirlere atfedilir. ABD'den gelen eşeğin içi boştur, evet; ama bu boşluk, bizim zihinlerimizde çoktan yerini almıştır. Çünkü mesele zaten fiziksel değil, simgeseldir. O eşek, binlerce kilometre öteden taşıdığı hiçbir şeyle değil, bizde yaratılan beklentiyle kutsanır. Asıl mesele, eşeğin içinde ne olduğu değil, bizim ABD emperyalizminden ve batıdan gelen her şeye değer atfetme alışkanlığımızdır.
Eşeğin içi boştur ama boynunda Arapça yazılar vardır. Tercümesi ise şöyledir… “Bu eşektir olacak sana gerçeği gösteren.” Bu cümle, sadece bir Arap harfiyle mühürlenmiş hayvanı işaret etmez; ithal sistemleri sorgulamadan benimseyen, Batı'dan gelen her kavramı paketinden çıkarmadan bağrına basan bir halkı tarif eder. Gerçeği gösteren eşek, aslında kılık değiştirmiş bir epistemolojik tokattır. Amerika’dan gelenin içi boştur ama biz o boşluğa anlam yüklemişizdir.
Köşeyi Dönen Adam’ın bu sahnesi, "Marshall Yardımı"yla şekillenmiş tarım politikalarını, Amerikan barışıyla şekillenmiş iç siyaseti, Hollywood üzerinden empoze edilen yaşam tarzlarını ve hatta Coca-Cola’yla sulanmış milli kimliği satır arasında ama dimdik yüzümüze çarpar. “Bu eşektir olacak sana gerçeği gösteren” cümlesi, diplomatik nezaketle değil, soğukkanlı bir alaycılıkla söylenmiştir. Çünkü gerçek, eşek kadar nettir. Halk, içinden çıkamadığı sorunlara hep dışarıdan bir mucize beklerken, her seferinde boş eşeklerin karnına bakıp durmaktadır.
Bugünün Türkiye’sinde ise, o kutudan artık sadece eşek değil, yapay zekâ makyajlı cehalet, ambalajlanmış liyakatsizlik ve demokrasiyle süslenmiş otokrasi çıkıyor. Ve halk, her defasında o kutuya gözlerini dikip nefesini tutarak bekliyor. Belki bu kez içinden bir mucize çıkar diye.
Eşeğin karnındaki hayali elmas, 1980 sonrası büyüme masallarıyla başımıza geçirilen neo-liberal yuların bir fragmanı adeta. Bugün de siyasetin karnında saklanan o “hayali elmas” uğruna şekilden şekle giren bir toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Üç beş torba kömür, birkaç paket makarna, biraz da sahte umut için biat eden bir halk.
Ve o elmasın peşindeki siyasetçiler… Gözleri halkta değil, halkın cebinde. Dilleri halkın dili değil, verinin, reklamın ve PR'ın dili. Üç beş oy için her gün başka bir kılığa giren, sabah halkçı, akşam müteahhitçi olan bir siyaset. Siyaset dediğimiz şey, artık sadece şekil değiştirmekten ibaret bir Survivor yarışması sanki. Kim daha inandırıcı kandırırsa, kim daha iyi paketlerse o kazanıyor.
Adem’in o eşeğe bakarken yaşadığı hayal kırıklığı, bugünün üniversite mezunu gencinin KPSS’den 95 alıp da torpil listesine bile girememesinde gizli. Devasa kutularla gelen hayallerin, küçücük gerçeklere çarpıp paramparça olduğu bir ülke burası. Demokrasi kutudan çıkıyor ama içi boş; hukuk geliyor ama iptal butonuyla birlikte, özgürlükler açılıyor ama sadece "izin verilen ölçüde".
“Her koyun kendi bacağından asılmaz, artık başkasının kebabı için herkes yanıyor” desek, hâl-i pürmelâlimizi daha iyi anlatabiliriz belki. Çünkü burada eşek yalnızca eşek değil, sistemin ta kendisi. Eşeğe umut bağlayanlar da yalnızca Adem ve çevresi değil, biziz belki de.
Hepinize Sinema dolu günler…