Elveda Lenin! sadece bir film değil; kolektif hafızanın, utançla sakladığı bir yara. Sosyalizmin tüm eksiklerine rağmen ne kadar “insana dair” olduğunu, kapitalizmin ise ne kadar “insandan uzak” bir sistem olduğunu acı acı anlatıyor.

Bazı filmler vardır, gözünün içine baka baka konuşur. Elveda Lenin! işte onlardan biri değil. O daha çok, sana annenden kalma bir eski saat gibi susarak konuşur. Tık tık eder, zaman akar, sen fark etmeden içini kurcalar. Ve bir sabah anlarsın: O saat durmuşsa, sen de durmuşsundur. Tam da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yerden…

Wolfgang Becker’in yönettiği 2002 yapımı Elveda Lenin!, soğuk savaşın gölgesinde büyüyen bir oğulun, sistemler arası geçişte kaybolan bir annenin ve en çok da umut dediğimiz şeyin sistemle değil insanla var olduğunu anlatan bir sinema mektubudur.

Ama asıl mektup, sosyalizmin tabutuna bırakılmış bir kırmızı karanfildir.

Film, Doğu Almanya’da sıkı bir sosyalist olan Christiane'nin komaya girmesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılıp sistemin çöktüğü sırada uyanmasıyla başlar. Oğul Alex, annesinin bu büyük değişimi kaldıramayacağını düşünerek ona her şeyin hâlâ eskisi gibi olduğunu inandırmaya çalışır. Ve burada başlar asıl trajedi: Bir annenin yaşaması için bir sistemin yaşar gibi gösterilmesi…

Doğu Almanya’da sistem çökmüş, ama insan ilişkileri henüz çözülmemiştir. O yüzden Alex’in yalanı, aslında kapitalizmin hakikatinden çok daha dürüsttür.

Kapitalizm filmde sessizce gelir. Önce market raflarına renk gelir. Ardından televizyonlara reklam. İnsanlar alışveriş yapmaya, marka konuşmaya, birbirlerine “ne aldın” demeye başlar. Özgürlük, artık bir hak değil; bir alışveriş fişiyle ölçülür hâle gelir. Güler yüzlü paketlerin içi boştur. Ama önemli olan ambalajdır zaten, değil mi?

Film boyunca “yeni dünya” ya geçmenin, sadece siyasi bir dönüşüm değil, ahlaki ve duygusal bir çöküş olduğu fısıldanır. Duvar yıkılmıştır ama insanların arasındaki mesafeler büyümüştür.

Alex’in annesine kurduğu hayali sosyalist dünya, bir yalandır. Ama bu yalan, daha adildir. Daha vicdanlıdır. Daha insancıldır. Çünkü o dünyada insanlar birbirlerine değer verir, her şey para etrafında dönmez, reklamsız bir gündelik hayat mümkündür.

Oysa kapitalizmin sunduğu gerçek, plastik bir tebessümle gelen ruhsuzluk sahnesidir. İnsanlar hızlı konuşur, hızlı tüketir, hızlı unutur. Tıpkı sistemin istediği gibi: düşünmeden yaşa, sorgulamadan al, çabuk yaşlan, hemen değiş.

Berlin Duvarı fiziksel olarak yıkıldı belki ama eşitsizlik duvarları büyüdü. Sosyalist sistemin bütün hatalarına rağmen kurmaya çalıştığı şey, dayanışmaydı. Kapitalizm ise bireysellik adı altında herkesin birbirini yediği bir düzeni büyüttü. Ve bu büyüme, insanlığın ruhunda tümör gibi yayıldı.

Alex’in annesi bir sistemin çöküşüne değil, insanlığın bozulmasına tanık olmamalıydı. Ama oldu.

Ve biz hâlâ aynı şeyi izliyoruz: Renkli ekranlardan akan sahte mutluluklar, paranın paraya çalıştığı ekonomiler ve “özgürlük” adı altında özünü kaybetmiş bir topluluk.

Elveda Lenin! sadece bir film değil; kolektif hafızanın, utançla sakladığı bir yara. Sosyalizmin tüm eksiklerine rağmen ne kadar “insana dair” olduğunu, kapitalizmin ise ne kadar “insandan uzak” bir sistem olduğunu acı acı anlatıyor.

Ve en çok da şu soruyu sorduruyor:

“Bir insan sistemini yitirdiğinde mi yalnız kalır, yoksa sistem insanı yitirdiğinde mi dünya yalnızlaşır?”

Cevap filmde gizli.
Ve belki de annenin odasındaki o eski televizyonda sessizce akan haber bülteninde.