İklim değişikliği, sıcaklık ve nem oranlarındaki uzun soluklu değişimi ifade eder. Bu uzun soluklu sıcaklık değişimleri tarih boyunca volkanik patlamalar gibi doğal sebeplerden etkilenmiş fakat karşı karşıya olduğumuz yıkıcılığın temel nedeni şüphesiz insan faaliyetleridir. Hatta daha da geriye gidersek, son iki asırda yaşanan iklim değişikliğinin neredeyse tamamının insan eliyle gerçekleştiği söylenebilir. Bu, internetten bulunmuş öyle alalede bir bilgi değil. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin binlerce iklim bilimciyle yaptığı çalışmaların neticesinde ortaya çıkan bir veri…

Birçok insan iklim değişikliğini günlük hayatta hissettiği ani sıcaklık artışları ya da beklenmedik soğuklarla yorumluyor. Oysa bu ani ve dengesiz hava olayları, buzdağının yalnızca görünen kısmı. Hepimiz biliyoruz ki dünya; suyuyla toprağıyla havasıyla nemiyle yaşanılabilir bir ekosistem haline gelmiş oluyor. Bu nedenle bir coğrafyada yaşanan iklimsel kırılma, halkalar halinde diğer tüm bölgeleri etkiliyor. Bu bölgesel etkilenmeler kuraklık veyahut suların yükselmesiyle bir anda insani krizlerin önünü açıyor.

Bu bağlamda iklim değişikliği çevresel bir sorun olmanın bir adım ötesine geçerek doğrudan bir insan hakları meselesine evriliyor. Çünkü iklim krizi, en temel hakların kullanımını fiilen engelliyor, diğer ilintili hakların kullanımını da ciddi şekilde kısıtlıyor. Yaşam hakkı, sağlık hakkı, barınma hakkı, temiz suya erişim hakkı ve hatta çalışma hakkı neredeyse tüm bu haklar iklim değişikliğinin doğrudan veya dolaylı sonuçlarıyla ihlal oluyor. Aşırı sıcaklar yaşlılar ve kronik hastalar için hayatı çekilmez bir hale getiriyor. Yine iklim krizinin olağan sonuçlarında çıkan yangınlar insanları evsiz bırakıyor, tarım alanlarını yok ederek de iktisadi zararlar doğuruyor.

İklim krizinin insan hakları meselesi olduğuna dair en güzel örneklerden biri İsviçre’de yaşandı. “İklim Yaşlıları” olarak anılan bir sivil toplum derneği, sıcaklık değişikliklerinin 55 yaş üzerindeki kadınların yaşam hakkını tehdit ettiğini gerekçe göstererek devlete karşı dava açtı. Devletin iklim değişikliğiyle mücadelede yeteri tedbiri almadığını bu nedenle yaşam ve sağlık hakları başta olmak üzere diğer haklarının da ihlal edildiğini savundular. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu davada iklim krizinin insan haklarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu kabul ederek tarihî bir karara imza attı. Böylece ilk kez bir devlet, iklim politikalarındaki yetersizlik nedeniyle insan hakları bağlamında sorumlu tutulmuş oldu.

Türkiye’de de benzer davalar var. İlki 2023’te olmak üzere açılan ilk iklim davaları, devletin çevreyi ve yaşamı koruma yükümlülüğü hatırlatılmış oldu. Bu davalar henüz İsviçre örneğindeki kadar ses getiren ve keskin kararlar doğurmasa da iklim krizi ile ilgili sivil yurttaşlara farklı bir perspektif kazandırmış oldu.

Birleşmiş Milletler raporları her sene bu iklim değişikliği-insan hakları ihlalleri oranını doğruluyor... İklim bilimciler ve hükümetler, küresel sıcaklık artışının 1,5°C ile sınırlandırılmasının en yıkıcı etkilerden kaçınmak için hayati olduğu konusunda hemfikir. Ki bu 1,5°Clik sınır BM ve diğer uluslararası denetim mekanizmalarının belirlemiş olduğu sınır. Ancak bugün uygulanan politikalar, yüzyılın sonuna kadar 2,8°C’lik bir ısınmaya tekabül ediyor. Bu fark, milyonlarca insanın yaşadığı yeri terk etmesi ya da bir kentin sular altında kalması demek. Bu duruma bağlı olarak da yeni bir göç türü oluşuyor: iklim göçü…

İklim göçü, savaşsız ama zorunluluk arz eden bir göç biçimi. Kuraklık nedeniyle tarım yapamayan çiftçiler, aşırı sıcaklar yüzünden ya yaşanamaz hale gelen kentler ya da sular altında kalan kentler…Şunu söylemezsek eksik kalır: uluslararası hukuk hâlâ iklim göçmenlerini tanımlamakta ve buna uygun mevzuat geliştirmekte hala çok yetersiz.

Üstelik bu krizin sorumluluğu da eşit dağılmıyor. İklim değişikliğine neden olan emisyonlar dünyanın her yerinden kaynaklanıyor evet; ama bazı ülkeler diğerlerinden çok daha fazla kirletiyor. Çin, ABD, Hindistan, Avrupa Birliği, Rusya ve Endonezya; küresel sera gazı emisyonlarının yarısından fazlasından sorumlu. Buna tezat en az gelişmiş Afrika’dan Asya’ya 45 ülke toplam emisyonların yalnızca yüzde 3’ünü üretiyor. Yani bu krizlere ağır bedel ödetenlerle ödeyenler aynı değil.

Tuvalu bu ağır bedeli ödeyen ülkelerden biri. Temel geçim kaynağı dünyaya TV domaini satmak olan bu küçük ada ülkesi, küresel emisyonlara neredeyse hiç katkı sunmamasına rağmen, haritadan silinme tehlikesiyle karşı karşıya. 2050 yılında ise neredeyse hiç olmayacak…

Hepimiz her şeyin politik olduğunu biliyoruz. Küresel çağrılar, reformlar ya bölgesel hareketlilikler bir nebze olsun belki rahatlatır ama yukarıda da ifade ettiğim üzere iklim krizi bir gün hepimizin kapısını çalacak. Bunu önlemenin yolu artık masada bitiyor…