Bu ülkede barış, hiçbir zaman sessiz gelmedi. Kapıyı çalmadı. Hep gürültüyle, itirazla, sabote edilerek yürüdü. Çünkü barış, alışılmış düzenleri bozar. Alışılmış korkuları anlamsızlaştırır. Ve bazıları için asıl tehdit, silah değil; silahın susmasıdır.
Çözüm süreci devam ederken provokasyonların yaşanması şaşırtıcı değildir. Aksine, sürecin ciddiyet kazandığının işaretidir. On yıllardır kangrenleşmiş bir meselenin, yalnızca siyasi demeçlerle, birkaç yasal düzenlemeyle ya da iyi niyet beyanlarıyla çözülmesini beklemek, bu toprakların hafızasına yabancı olmaktır. Türkiye’de sorunlar önce zihinde çözülür. Zihin çözülmeden yapılan her düzenleme, kağıt üstünde kalır.
Bursa’da yaşanan provokasyon tam da bu yüzden rastlantı değildir. Bu, süreci içine sindiremeyen kesimlerin dışavurumudur. Çünkü bazıları için çatışma bir sorun değil; bir kimliktir. Bir meşruiyet alanıdır. Bir varoluş biçimidir. Çatışma bittiğinde, o kimlik çöker. Tepki de buradan doğar.
Provokasyonları birkaç “marjinal unsur”la açıklamak kolaycılıktır. Asıl mesele yapısaldır. Yıllarca üretilmiş bir dil vardır. Korkuyla beslenen, düşmanlıkla ayakta duran bir siyasal ve toplumsal hafıza vardır. Barış, bu dili bozar. Bu yüzden rahatsız eder. Bu yüzden saldırıya uğrar.
Tam bu noktada bir isim özellikle hatırlanmalıdır: Leyla Zana.
Bu ülkede barış fikrini en erken, en çıplak ve en ağır bedellerle dillendirmiş isimlerden biri. Yıllarca susturuldu, cezalandırıldı, kriminalize edildi. Ama ilginçtir; bugün barış yeniden konuşulurken, en çok hedef alınanlar yine barışı en erken söyleyenlerdir. Bu tesadüf değildir. Bu, yüzleşmekten kaçan bir hafızanın refleksidir.
Bu olay şunu hatırlatır: Barış, soyut bir proje değildir. Somut bir tarihtir. Cezaevlerinden, yasaklardan, inkârdan, yalnızlıktan geçerek gelmiştir. Bugün barışı yalnızca teknik bir müzakere başlığına indirgemek, bu tarihi yok saymaktır. Oysa barış, her şeyden önce ahlaki bir yüzleşme meselesidir. Bu yüzleşme olmadan yürüyen her süreç, provokasyona açık hale gelir.
Provokasyonların amacı süreci bitirmek değildir. Amaç, süreci sertleştirmek, daraltmak ve yeniden korkunun alanına hapsetmektir. Barışı güvenlikçi reflekslere mahkûm etmektir. En büyük tehlike de budur. Çünkü korkuyla yürütülen hiçbir süreç çözüm üretmez; sadece erteler.
Rasyonel olmak zorundayız. Panik çözüm değildir. Öfke yol göstermez. Yapılması gereken nettir: Provokasyonlara karşı geri çekilmek değil, istikrar üretmek. Tepkiyi bağırarak değil, hukukla vermek. Süreci dar bir siyasi elitin meselesi olmaktan çıkarıp toplumsal bir akıl sınavına dönüştürmek.
Burada medyanın ve siyasetin dili hayati önemdedir. Her kışkırtmayı büyüten, her olayı “sonun başlangıcı” olarak sunan dil, provokasyonun gönüllü taşıyıcısı olur. Barış, böyle bir dille korunmaz.
Benim ruh felsefem şunu söylüyor: Hakiki dönüşümler sancılıdır. Kolay olan çatışmaya geri dönmektir. Zor olan, çatışma üzerinden kurulmuş konfor alanlarını terk etmektir. Barış; cesaret ister, hafıza ister, tutarlılık ister. En çok da soğukkanlılık ister.
Bu ülke, provokasyonlara teslim olmanın bedelini defalarca ödedi. Bugün asıl sınav, provokasyonların varlığında değil; onlara verilecek tepkidedir. Çünkü barış, alkışlarla değil; dirençle yürür. Gürültüye rağmen yürür. Ve tarih şunu gösterir: Gerçek çözümler, en çok sabote edilen süreçlerden çıkar.