Devlet, bir medya kuruluşunun yönetimini devraldığında, sadece mali denetim yapmaz; yayın politikasını, eleştiri sınırlarını, hatta toplumun düşünce çerçevesini yeniden çizer.

Bir televizyon kanalı kapatılamaz.

Hele bir ses, halkın haber alma hakkının peşindeyse — o ses, susturulamaz.

Çünkü susturulan her ses, bir milletin aynasından koparılan bir ışıktır.

Tele 1’e dair alınan karar, bu nedenle sadece bir şirket yönetimine yapılan idari müdahale değil;

aynı zamanda “mülkiyet hakkı”, “basın özgürlüğü” ve “hukuk devleti” ilkeleri bakımından ölçülmesi gereken bir demokrasi testidir.

Bir testtir; çünkü bu olay, Türkiye’de devlet gücüyle özgürlük arasındaki kadim gerilimin yeniden su yüzüne çıktığı, hukukun vicdanla imtihan edildiği bir andır.

I. Hukuk perdesi altında: bir kanalın susturulması

Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna yansıdığı üzere, Tele 1’in sahibi olduğu ABC Radyo Televizyon ve Dijital Yayıncılık A.Ş., Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) aracılığıyla kayyım yönetimine devredildi.

Eş zamanlı gözaltılar, ev aramaları, yayın durdurmaları, YouTube içeriklerinin silinmesi…

Hepsi, tek gecede alınmış bir “olağanüstü hâl refleksi” gibi.

Hukukun olağanüstüye evrildiği, özgürlüğün idareye devredildiği bir tablo.

Gerekçe: “Casusluk.”

Bu kelimenin ağırlığı, neredeyse her müdahaleye meşruiyet kalkanı sunabilecek kadar geniş.

Ama hukukta bir ilke vardır: Şüphe, cezaya yetmez.

Şu soruyu sormadan geçemeyiz:

Suç iddiası var — peki delil nerede?

İddia ile ispat arasına “devlet sırrı” duvarı örülmüşse, hukuk artık aydınlatmaz; gölgeler üretir.

Bir yanda “devlet güvenliği” kavramı; diğer yanda “basın özgürlüğü.”

Bu iki değerin çatıştığı yerde teraziyi titizlikle tutmak gerekir.

Aksi hâlde devletin güvenliği bahanesiyle toplumun hafızası susturulur.

Ve bir televizyon kanalına yapılan böylesi müdahale, sadece idari bir işlem değil, kamusal alanın daraltılmasıdır.

II. Basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı

Hukukun geleneksel ışığında; basın özgürlüğü Anayasa’nın açık teminatı altındadır.

Anayasa’nın 28. maddesi der ki:

“Basın hürdür, sansür edilemez.”

Ama bugün, bu cümle hâlâ yaşayan bir norm mudur, yoksa duvarda asılı bir hatıra mı?

Basın özgürlüğü yalnızca gazetecinin değil, halkın hakkıdır.

Çünkü halk, haber alma hakkı olmadan irade sahibi olamaz; bilinçsiz kitleye dönüşür, yönetenin aynasında yaşar.

Basın sustuğunda halkın dili tutulur; halkın dili tutulduğunda, demokrasinin nabzı durur.

Bir televizyon kanalı, toplumun aynasıdır.

O ayna kırıldığında, gerçeğin sureti dağılır.

Gerçeğe ulaşma hakkının kısıtlanması, toplumun entelektüel dolaşımına vurulan zincirdir.

Özgür basın, yalnız iktidarı eleştirmez; kamu vicdanını diri tutar, halkın hafızasını canlı kılar, düşünceyi diri tutar.

Tek sesli medya ise, toplumu sağırlaştırır.

Ve sağırlaşan toplum, önce adaleti, sonra kendini kaybeder.

III. Mülkiyet hakkı ve “el koyma” kuşkusu

Hukukumuzda suç isnadı ile mülkiyet hakkı arasındaki bağ, sıkı koşullara bağlanmıştır.

Bir kimse hakkında soruşturma yürütülüyor diye, onun şirketine, malvarlığına ya da eserine el konulamaz.

Bu, sadece ekonomik değil, hukukun ahlaki onurunu koruyan bir ilkedir.

Çünkü masumiyet karinesi yalnızca bireyi değil, onun emeğini, kurumunu, itibarını da korur.

Tele 1 vakasında, mahkeme kararı olmadan yönetimin devralınması, hukuken açık biçimde fiilî el koyma anlamına gelir. Ve fiilî el koyma, yargı kararıyla değil, idari kararlılıkla yapılıyorsa — orada hukuk değil, idarenin keyfiyeti hüküm sürer.

Bir diğer tehlike: mülkiyet ile denetim arasındaki sınırın silinmesi.

Devlet, bir medya kuruluşunun yönetimini devraldığında, sadece mali denetim yapmaz; yayın politikasını, eleştiri sınırlarını, hatta toplumun düşünce çerçevesini yeniden çizer.

Bu artık ekonomik değil, ideolojik bir müdahaledir.

“Kayyım” kulağa yasal gelir, evet.

Ama eğer o kayyım, şirketi yönetmekten çok susturmakla görevliyse,

bu artık idari değil, politik bir tayindir.

Ve hukuk, siyasete aracılık ettiği gün kendi siluetini yitirir.

IV. Demokrasi, çok seslilik ve hukuk devleti

Biz avukatlar olarak, hukukun kudretine ve kurumların hafızasına inanırız.

Eşitlik, adalet, özgürlük… Bu üç kavram, bir toplumun diriliş eksenidir.

Demokratik bir kamusal alan, farklı seslerin bir arada var olduğu bir orkestradır.

Bir enstrüman sustuğunda melodi eksik çalar; bir kanal kapandığında, toplum tek tonda yankılanır.

Tele 1’e kayyım atanmasıyla birlikte şu soru artık kaçınılmaz:

Bu karar gerçekten bağımsız bir soruşturmanın ürünü mü, yoksa çok sesliliğin cezalandırılması mı?

Soruşturmanın “casusluk” başlığı altında yürütüldüğü söylense de, hukukun özü, her müdahalenin ölçülü, gerekçeli ve denetlenebilir olmasını gerektirir.

Şüphe, hiçbir zaman gerekçe değildir; sadece başlangıçtır.

Eğer demokrasi, çoğunluğun tahakkümüne dönüşmüşse; hukuk devleti ilkesi çoktan sessizliğe gömülmüştür.

Çünkü hukuk, sınır çizer; ve sınırın kalktığı yerde güç, kendi yasasını yazar.

V. Sonuç: Hukukun Sesi Hâlâ Yankılanmalı

Bu satırları yazarken inanıyorum ki, “özgür basın” ve “mülkiyet hakkı” iki ayrı kavram değil, aynı ağacın iki köküdür.

Biri kurursa, diğeri beslenemez.

Bugün Tele 1 örneği, bu iki kökün aynı anda nasıl kurutulmaya çalışıldığını gösteriyor.

Eğer bir hukuk devletinden bahsediyorsak, ölçülülük, usul, eşitlik ve demokratik denetim ilkelerinden asla kopamayız.

Basın özgürlüğü, sadece iktidarın değil, muhalefetin de teminatıdır.

Çünkü özgür basın, siyaset üstüdür — halkın vicdanıdır.

Mülkiyet hakkına gelince: Devletin bir yayın kuruluşuna el koyması, ancak ve ancak

açık, somut, denetlenebilir ve orantılı delillerle haklı gösterilebilir.

Aksi hâlde, “yargı denetimi” adı altında siyasi sansür uygulanır.

Tele 1’e atanan kayyımın demokratik meşruiyeti tartışmalıdır.

Ve bu tartışmayı sessizce geçmek, sadece hukuka değil, savunma mesleğinin şerefine de ihanettir.

Yasalar sadece kâğıtta değil; vicdanda da yaşamalıdır.

Bir yayın organı sustuğunda, yalnız o kanal değil — toplumun vicdanı da ölür.

Bu yüzden, hukukun sesi hâlâ yankılanmalı,

özgür basın hâlâ nefes almalıdır.

Ve unutmayalım:

Tehlike, ekranların kararmasında değil;

çoğul seslerin susturulmasındadır.

Çünkü bir ekran karardığında, bir milletin gözü kapanır.

Ama hukuk susarsa — bir milletin kalbi.