Bir de korkunç bir seviyeden 30 aydır devam eden yüksek faiz oranları sayesinde zengin olanlar ve daha da zenginleşenler var. Evet, üst gelir grubunun ekonomideki duruşu da bu tabloyu daha çarpıcı hale getiriyor.
Asgari ücret tartışmaları Türkiye’de hiçbir zaman yalnızca bir maaş meselesi olmadı; her zaman gelir dağılımının, sosyal adaletin ve fiyatlama düzeninin adeta röntgenini çekti. Bu yılki tartışma ise çok daha sert bir zeminde ilerliyor çünkü enflasyonun baskısı sadece ekonomik verilerde değil, insanların günlük hayatında nefes daraltan bir gerçeğe dönüşmüş durumda.
Fiyatlar artıyor, maaşlar yetişmiyor ve toplumun en geniş kesimi giderek daha derin bir geçim mücadelesine sürükleniyor. Bu nedenle yaklaşan asgari ücret kararının sadece teknik bir hesap değil, aynı zamanda bu ülkenin en düşük gelirli vatandaşlarına karşı ahlaki bir sorumluluk meselesi olduğu artık inkar edilemez durumda.
Dünyanın gelişmiş ekonomileri, asgari ücreti belirlerken çok sesli, veriye dayalı ve toplumsal maliyetleri dikkate alan modeller kullanıyor. Japonya bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Ücret belirleme süreci ulusal düzeyde kurulan bir konseyle başlıyor; işverenler, sendikalar, akademisyenler masada yerlerini alıyor. Ekonomik büyüme, şirket karlılığı, işgücü verimliliği, yaşam maliyetleri gibi çok katmanlı göstergeler ışığında bir çerçeve oluşturuluyor. Daha sonra ülkenin tüm eyaletlerinde kendi ekonomik yapısına göre saatlik ücret tavsiyeleri ilan ediliyor.
Tokyo’nun hizmet yoğun ekonomisiyle tarım ağırlıklı bölgelerin aynı ücreti vermesi beklenmiyor; Japonya, bölgesel farklılığı bir zafiyet değil, gerçeklik olarak ele alıyor. Bu yaklaşım hem bölgesel adaleti sağlıyor hem de fiyatlama davranışlarını disipline ediyor.
En çok ihracat yaptığımız ve milyonlarca Türk vatandaşının yaşadığı Almanya’da ise farklı bir yol izliyor. Ulusal düzeyde tek bir asgari ücret uygulanıyor fakat bu ücretin belirlenmesi siyasetten tamamen bağımsız bir komisyona teslim edilmiş durumda. İşveren örgütleri, sendikalar ve bağımsız ekonomistlerin oluşturduğu bu kurul, şirketlerin rekabet gücünü zedelemeyecek, çalışanların refahını aşındırmayacak bir orta yol üretmeye çalışıyor. Ayrıca bazı sektörlerde ulusal ücretin üzerinde özel asgari ücretlerin belirlenmesine izin veriliyor. Lojistik, inşaat, bakım hizmetleri gibi alanlarda piyasa ihtiyaçlarına uygun farklı katmanlar oluşturulabiliyor. Bu esneklik hem ücretli için koruyucu bir kalkan sunuyor hem de sektörlerin kendi dinamiklerini daha sağlıklı yönetmesine imkân tanıyor.
Türkiye ise bu iki modelden de uzak bir noktada. Bölgesel farklılıklar hesaba katılmıyor, siyasetin gölgesinde belirleniyor ve çoğu zaman işçi–işveren dengesinin değil, iş verenin lehine olacak şekilde yıl sonu enflasyon hedeflerinin etrafında şekilleniyor.
Oysa gerçek enflasyonla hedef enflasyon arasındaki makas ciddi şekilde göz batıyor. Bu sene de %50 oranında sapma yaşandı. Fiyatlar çoktan yukarı çıkmışken ücret artışının enflasyonu artıracağından bahsetmek, ekonomik gerçekliği tersyüz etmekten farksız. Çünkü Türkiye’de fiyat artışlarının önemli bir kısmı ücret artışlarını beklemeden gerçekleşiyor; hatta çoğu zaman ücret artışları fiyat artışlarını ancak geriden takip ediyor; hatta son yıllarda onu bile yapamıyor.
Bu meseleler açılınca hemen “asgari ücretteki artış enflasyonu körüklüyor.” gürültüleri çoğalıyor ve enflasyonla mücadele için bedel ödenmeli denilip fatura toplumun gelir seviyesi açısından en alt kesimine kesiliyor.
Evet, enflasyonun sebebi asgari ücretli çalışanların aldığı para değil. Elbette katkısı vardır. Fakat asıl mesele fiyat artışlarını fırsatçılıkla, maliyetiyle ilgisiz kar iştahıyla yukarı çeken piyasa aktörlerinin yeterince denetlenememesi ve engellenememesi.
Bunları iddia edip asgari ücretlinin hakkı olanı almasına engel olanlar, ekonomimizin en büyük oyuncusu durumundaki kamunun aktivitelerinden nedense hiç bahsetmiyor. Kamu yatırımlarına ilişkin harcamalardaki enflasyon, özel sektör yatırımlarındaki harcamaların enflasyonuna oranla iki-üç kat artmış durumda. Harcama enflasyonunun yönetilememesi, ihale sistemindeki şeffaflık eksikliği de genel fiyat seviyesini yukarı iten yapısal unsurlar arasında yer alıyor. Kamu kaynaklarının kontrolsüzce genişlemesi, kamunun kendi kendine yarattığı enflasyonun toplumun sırtına yüklenmesine yol açıyor. Bunun genel enflasyona katkısının hesabını yapan da yok.
Bir de korkunç bir seviyeden 30 aydır devam eden yüksek faiz oranları sayesinde zengin olanlar ve daha da zenginleşenler var. Evet, üst gelir grubunun ekonomideki duruşu da bu tabloyu daha çarpıcı hale getiriyor. Yüksek faiz ortamı zenginlere neredeyse risksiz bir gelir kapısı açmış durumda. Bu kesim, enflasyona karşı duyarsızlaştı; tüketim davranışları ülkenin geri kalanından farklılaştı ve tüm harcamalarına rağmen tasarrufları da reel olarak korunuyor.
Buna karşılık en altta yer alan yaklaşık yedi milyon asgari ücretli ve ona yakın maaş alan bir başka yedi milyon kişi ise hayata tutunma mücadelesi veriyor. Bu kesim için artık enflasyon yaşamlarını belirleyen acı bir gerçek. Market alışverişi, kira, ulaşım, elektrik ve doğalgaz faturaları, tüm bu kalemler her ay biraz daha ağırlaşıyor.
Geçen yıl yaşanan yaklaşık %45 enflasyona rağmen ücret artışının %30’da kalması, reel olarak %15’lik bir kayıp anlamına geliyordu. Bu kayıp sadece o yılın değil, bir sonraki yılın da başlangıç eksiği oldu. Hedef enflasyona göre yapılan artışların gerçekleşen enflasyonun çok altında kalması, çalışanların refahını sistematik olarak aşındırıyor. Geçtiğimiz yıla kadar ancak telafi oranının belirlenmesi çerçevesinde gerçekleştirilen ücret artışları vardı. Geçtiğimiz yıldan beri o da yok. Net bir şekilde bu yılda olmayacağı ortada. Yani ücretler muhtemelen yine yıllık enflasyonun altında olacak. Muhtemelen %25-27 bandında gerçekleşecek.
%40 oranında ücret artışı gelse bile 30 bin 945 TL olarak muhtemelen kasım ayında 29 bin 282 TL olan açlık sınırının Ocak ayında açıklanacak olan güncellenmiş versiyonunun altında kalınacak. Gerçekten çok acı bir tablo.

Bu hafta içinde, aklımda açıklanması muhtemel her oran için yapılacak yorumlar biriktirdiğim bir esnada TBMM bahçesinde Deva Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Syn. Sadullah Kısacık ile meseleyi biraz tartışma ve kendisinin artış oranı beklentisini sorma fırsatım oldu.
Kısacık, konuyu rakamlara sıkıştırmadan, somut bir adalet vurgusuyla beklentisini şöyle ifade etti:
“2025 başında asgari ücret ilk kez gerçekleşen enflasyona göre değil, beklenen enflasyona göre belirlendi. Oysa çalışanların enflasyondan doğan hakkı yaklaşık %45’ti. Hedef gösterilerek yalnızca %30 artış yapıldı ve çalışanların geçen yıldan %15 alacağı kaldı. Şimdi bu yılın enflasyonunun %30’un üzerine çıkacağı kesinleşmişken, gerçekleşen bu kaybın telafisi kaçınılmaz. Ayrıca ülke ekonomisi büyüyorsa bu büyümeden milyonlarca asgari ücretli de refah payı almalı; bunun da en az %5 olması gerekir. Hasılı %50’den az bir artış, hakka da vicdana da sığmaz.”
Bu çerçevede bakınca elbette hak vermemek mümkün değil. Ucuz iş gücü, ucuz kredi, ucuz döviz peşinde koşan, sanayi devriminden sonra en büyük teknolojik sıçramanın yaşandığı bir zaman aralığında orta-yüksek teknoloji işlere takılıp kalıp markalaşamayan, katma değerli üretim gerçekleştiremeyen, inovatif davranamayan, Ar-ge çalışmalarına kıymet vermeyen ve üniversitelerini birer beşeri sermaye fabrikası gibi oyuna çekmeyi ve onlarla bilim eşliğinde yol yürüyüp dünyanın gelişimine katkı veremeyen bir özel sektörün, dolayısıyla refah üretemeyen, pastayı büyütemeyen, günü kurtarma peşinde olan bir ülkenin açlık sınırında ücretler konuşması gayet normal.
Mesele şu ki, artık açlık sınırının altında rakamlara düşen o ücretlerin yarısına dünyanın geri kalmış bölgelerinde üretim yapacak çok fazla rakip var. Türkiye o ligden çıkalı çok uzun zaman oldu. Artık katma değerli ürünlerle refah üreten ve bu refahını başta en alt gelir grubundakilerle olmak üzere özellikle de orta gelir grubundakilerle bölüşmek zorunda olan bir ülkeyiz.
İçinden çıktığımız o kötü lige geri dönemeyiz. Her şeyden önce verimliliğe, rekabete ve fırsat eşitliğine ihtiyacımız var. Bunlar sağlandıktan sonra her şey çok kısa sürede değişebilir ve başta asgari ücretliler olmak üzere tüm toplum ortaya çıkan refahtan payını hakkıyla alabilir.
O gün gelene kadar da asgari ücret, Kısacık’ın da ifade ettiği üzere, artık bir vicdan meselesi…