Bir ceza hukuku profesörünün bile sahte polislerin “hesabınız terör örgütü tarafından kullanılıyor” yalanına inanıp para kaptırması ibret verici.

Öğretmen, müdür, bakan değil… Dolandırıcıların hep “polisiz” ya da “savcıyız” diyerek ortaya çıkması bir tesadüf mü? Yoksa bu toplumun en derin korkularına dair bir itiraf mı?

Anekdot: Telefonun öbür ucunda

Gece yarısı bir telefon. Karşıdaki ses kendini “savcı” olarak tanıtıyor. “Hesabınız …. terör örgütü tarafından kullanılıyor” diyor. Normalde gülüp kapatılması gereken bir cümle. Ama kişi titriyor, terliyor, panikliyor. İşte bu ilk saniyede, dolandırıcı oyunu kazanıyor. Çünkü karşısındakinin suçsuzluğuna değil, korkusuna güveniyor.

Korkunun kılıfı

Dolandırıcılar neden “öğretmenim” demez, neden “bakanım” demez de hep polis ya da savcı kılığına girer? Çünkü toplumun zihninde bu iki sıfat, yalnızca bir meslek değil; tartışmasız otoritenin adı. Kapınıza geldiklerinde “hayatınızı karartabilecek” güçler olarak kodlanmışlar. Dolandırıcı da işte bu korkunun, kamufle edilmiş köleliğin dışa vurumunun kılıfını kuşanıyor.

Şikâyet etme refleksi ölmüş

Suçsuz bir vatandaşın yapması gereken basit: “Buyursunlar, mahkemede anlatırım.” Ama yapılmıyor. Çünkü toplumun belleğinde “ya bana da bulaştırırlarsa” korkusu, suçsuzluğa olan güvenin önüne geçmiş durumda. İnsanlar suçsuzluğuna değil, sessiz kalmaya sığınıyor. Ve sahte savcı, gerçek savcıdan daha inandırıcı; sahte polis, gerçek polisten daha güvenilir oluyor.

Profesörün ibretlik panik hali

Bir ceza hukuku profesörünün bile sahte polislerin “hesabınız terör örgütü tarafından kullanılıyor” yalanına inanıp para kaptırması ibret verici. Burada mesele cehalet değil. Profesör bile “ben suçsuzum, bana kimse bir şey yapamaz” diyemiyor. Çünkü adalete güven erozyona uğramış, bir yerde bir adaletsizlik ortadan kaldırıldığında bile yerine hemen yenisi gelir olmuş. Hukuka güvenmeyen bir hukukçu akademisyenin sahte polise itaat etmesi, bu toplumun en çıplak trajedisidir.

Saygı yetmez, korku lazım

Dolandırıcı niçin “ben bakanım” demez? Çünkü bakanlık saygı uyandırır ama panik yaratmaz. Savcılık, polislik ise doğrudan korku üretir. Dolandırıcı, saygıyla değil, korkuyla beslenir. Vatandaşın en mantıksız kararını, işte bu korku tetikler. Çünkü vatandaş bilmektedir ki gerçek adalet, her hatanın bedelini bir kez ödetir; ancak gerçek adaletsizlik, her hatanın bedelini tekrar tekrar ödetir, hata yoksa hatayı kendisi üretir.

Çelişkinin kaynağı

Bu çarpık tablo iki zıt duygunun birleşiminden doğuyor: Bir yanda otoriteye kör güven, öte yanda adalete derin güvensizlik. Vatandaş polise sorgusuz teslim oluyor, ama adaletin sonunda kendisini koruyacağına inanmıyor. Çelişkinin adı bu: hem güven hem güvensizlik.

Hukukçuların sessizliği

Hukukçuların tartıştığı tek şey “telefonu kapatın, kimlik vermeyin” Oysa asıl soru şu: Neden sahte polis, gerçek polisten daha inandırıcı oluyor? Neden suçsuzluk artık bir kalkana değil, kırılgan bir duvara benziyor? Bu sorulara yanıt vermedikçe, dolandırıcının maskesi hep çalışacak. Oysa hukukçuların, Cervantes’in meşhur kahramanı Don Kişot gibi Üç tane devle, adaletsizlik, korku ve cehaletle savaşması gerekmez mi?

Bireysel safdillik değil, sistemik çürüme

Eğer hem sıradan vatandaş hem de profesör aynı tuzağa düşüyorsa, sorun bireysel değil, kurumsaldır. İnsanların suçsuzluğunu savunmak yerine sahte otoriteye teslim olması, hukuk güvenliğinin toplumda çöktüğünü, adaletin zıddı adaletsizlikten çıkıp zulme dönüştüğünü gösteriyor.

Çözüm: Güvenin geri dönüşü

Çıkış yolu basit ama köklü: Vatandaşa “polis ya da savcı dediğinde korkma, haklarını bil” refleksini geri vermek. Çünkü hukuk güven üretmediği sürece, dolandırıcının telefonu hep çalacak. Ve her seferinde toplum, aynı utancı yeniden yaşayacak.

Kapanış ve son söz

Dolandırıcıların asıl zekâsı, polis ya da savcı kılığına girmek değil; bizim suçsuzluğumuza değil, korkularımıza yaslanacağımızı bilmeleridir. O hâlde soru şudur: Biz ne zaman suçsuzluğa güvenmeyi, korkuya teslim olmamayı öğreneceğiz.

Son söz: Adaletsizlik karşısında dimdik durmak, en zor ama en onurlu yoldur.