Rüzgâr dolar, halatlar çözülür; çıplak bir hakikat ufka vurur: Beşiğe giden yolu kesen hiçbir düzen “güvenlik” adı taşıyamaz. Gazze’nin gecesi uzun, fırınları suskun, hastaneleri karanlıkla boğuşur. Bir annenin avucunda buruşturduğu reçete, bir çocuğun boş biberonu bize hukukun ilk cümlesini hatırlatır: Yaşamak, her şeyden önce gelir.
Bugün Gazze’de yaşamak bile başlı başına bir direniş biçimidir. Çünkü İsrail, güvenlik söyleminin gölgesi altında çıplak bir devlet terörü uyguluyor. Otuz dört yıldır devam eden ve 7 Ekim saldırılarından sonra aç bırakmayı içerecek şekilde genişletilen abluka, askeri hedefe yönelik olmayıp, sivillerin kıyımından başka bir amaç taşımamaktadır. Çocukların uykusuna bomba, yaşlıların ekmeğine yasak, hastaların tedavisine kilit vurulmaktadır. Bu tablo savaş hukuku değil; kolektif cezalandırma, sivil kıyım ve soykırımın sistematik hâlidir.
Trajedinin portresi
Gazze bugün yalnızca moloz ve dumanla anılmıyor. Boş tencerelerin yankısı, susuzluğun dili, kararmış hastane koridorlarının sessizliği de bu trajedinin sesleri. Bir babanın eve eli boş dönmesi, bir annenin reçeteyi avucunda buruşturup çaresizlikle ağlaması, bir çocuğun geceleri açlıktan uyuyamaması. Bunlar hiçbiri istatistikle açıklanması mümkün olmayan, her gün eksilen bir nefes, yarım kalan bir ömürdür.
Kalemler çoğu zaman sayılarla konuşur: kaç bin ölü, kaç yüz yaralı, kaç ton yıkıntı. Oysa Gazze’de trajedi rakamlardan değil, nefeslerden anlaşılır. Çünkü hukuk, yalnızca kitaplarda yazan maddelerden ibaret değildir; bazen bir çocuğun aç karnında, bazen bir hastanın kesilmiş tedavi umudunda sınanır.
Uluslararası hukuk kitaplarında açıkça yazılıdır: Yaşama hakkı, işkence yasağı, sağlık ve yeterli yaşam standardı hakkı savaşta da barışta da yürürlüktedir. Cenevre Sözleşmeleri'nde öngörüldüğü üzere yardım malzemelerinin kasıtlı olarak engellenmesi de dahil olmak üzere, sivillerin hayatta kalmaları için vazgeçilmez olan şeylerden mahrum bırakılarak aç bırakılmasının bir savaş yöntemi olarak kasıtlı kullanımı yasaktır. Roma Statüsü sivillerin aç bırakılmasının bir savaş yöntemi olarak kullanılmasına izin vermemekte ve sivillerin açlığa mahkûm edilmesini savaş suçu saymaktadır. Bugün İsrail’in uyguladığı abluka, bu hükümlerin doğrudan ihlali, yani insanlık suçudur.
Kilit ve çocukların midesi
Abluka hukuken mutlak bir duvar değildir. Denetim yapılabilir, arama uygulanabilir; ama insani istisnalarla delinmesi gerekir. Oysa bugün Gazze’de kilit tamamen kapanmış durumda. Çocuk maması “güvenlik riski”, antibiyotik “şüpheli yük”, protez “askeri malzeme”, kadınların hijyen ihtiyaçları “tehlikeli” diye geri çevriliyor. Bu, güvenlik değil; vahşetin kamuflajıdır. İsrail açık bir biçimde silahlı çatışma bahanesiyle sivillerin açlıktan ölme riskini en üst düzeye çıkarma amacıyla hareket etmektedir. Kaldı ki bizzat İsrailli politikacılar bu eylemleri doğrulamaktadır. Aşırı sağcı ve aynı zamanda yasadışı yerleşimci olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in hiç çekinmeden “Gazze’de kurşunla ölmeyenler, açlıktan ölecek” sözlerinde olduğu gibi.
Kilit, çocukların midesinde paslanıyor; o pas insanlığın vicdanına işleniyor. Aç bırakılan her çocuk, ihmal edilen her hasta, aslında dünyanın gözü önünde işlenen bir suçun canlı delilidir. Ve bu suçun adı ne kadar örtülmek istenirse istensin, uluslararası hukukta tektir: soykırım.
Filolar: Vicdanın denizlerdeki yürüyüşü
İşte bu yüzden dünyanın dört bir yanından yola çıkan sivil gemiler yalnızca un ve ilaç taşımıyor. Onlar, insanlığın ortak vicdanını, hukukun sınavını taşıyor. Bu filolar “romantik bir gösteri” değil. Tam tersine, uluslararası hukukun sivillere yardımın “hızlı ve engelsiz ulaştırılması” yükümlülüğünü hatırlatan somut birer delildir.
Her beyaz yelken, İsrail’in devlet terörüne karşı bir isyan, bir tanıklık, bir insan hakları çağrısıdır. Bu filolara destek vermek yalnızca politik bir tercih değil; aynı zamanda hukuki ve insani bir zorunluluktur. Çünkü yardım yoluna çıkan her gemi, insanlığın soykırıma verdiği en somut cevabı, haksızlık karşısındaki en güçlü “direniş”idir. Tıpkı Sumud Filosunun adının anlamında olduğu gibi.
Bir deniz yolculuğunu anlamlı kılan şey varış noktası değil, taşıdığı anlamdır. Gazze’ye doğru ilerleyen gemiler, birer vicdan limanıdır. Onların dalgalarla kavgası, aslında hukukun ve insanlığın suskunluğa karşı verdiği mücadeledir.
Güvenliğin kör noktası
Devletlerin güvenlikle ilgili politikaları öncelikleri arasında kabul etmeleri meşrudur. Dolayısıyla yardım operasyonlarının geçişi için teknik düzenlemeler yapma hakkına sahiptirler. Ancak güvenlik insana karşı değil, insan için vardır. Bugün İsrail’in yaptığı, güvenliği bir gerekçe olarak sivillere yöneltmektir. Çocuk mamasını mühimmatla aynı kefeye koymak, antibiyotiği “riskli malzeme” ilan etmek, orantılılık ilkesini değil, kolektif cezalandırmayı gösterir. Bu, güvenlik değil; sivil kıyımı meşrulaştırma çabasıdır.
Güvenlik kavramı, sivilleri korumak için vardır. İsrail’in insani yardım personelinin faaliyetlerine ve hareket özgürlüğüne yönelik engellemeleri kavramı tersine çevirmek, güvenliği bir kalkan değil bir sopa hâline getirmektir. Böylece hukuk çiğneniyor, insanlık yara alıyor.
Sonuç: İnsanlığın hukuk sınavı
Gazze’ye doğru ilerleyen Sumud Filosu pirinç ve mercimek torbaları ile bebek maması taşıyor. Bunların 2 milyon kişi için yeterli olmadığını hepimiz bilsek de umudumuz Nemrudun yaktığı ateşe su taşıyan karınca misali hiç olmazsa safımızı belli etmektir . Gazze’ye ilerleyen her gemi, aslında insanlığa şu soruyu soruyor: “Yaşamak gerçekten önce mi gelir?” İsrail’in vahşeti, soykırımı ve sivil kıyımı karşısında dünya, ya sessiz kalarak suça ortak olacak ya da bu filoların yanında durarak hukukun sesini yükseltecek.
Unutmayalım: Denizde ilerleyen her gemi yalnızca yardım taşımıyor; aynı zamanda insanlığın onurunu, hukukun vicdanını da taşıyor.
Ve bu sınavda doğru cevap ne tek başına romantizm ne de tek başına talimnamedir. Doğru cevap, insan haklarının şiiriyle hukukun maddesini aynı güvertede buluşturabilmektir.