Bu ülkede barışı konuşmak, bazen kurumuş bir toprağa su aramak gibidir: Nereye baksan çatlak, nereye dokunsan acı… Ama suyu bulduğunda da o suyun akacağı yatağı doğru açmak gerekir. Aksi hâlde umut bile sele dönüşür.
Bugün yine tam böyle bir eşiğin üzerinde duruyoruz. Kırk yıldan uzun süredir devam eden, on binlerce ölüme, yerinden edilmeye, kayıplara ve hatırı sayılır travmalara neden olan çatışmanın, onu görmezden gelerek veya varlığını inkâr ederek, bir gün varlığını kabul edip ertesi gün inkâr ederek yahut diyaloglar açıp sonra kapatarak ortadan kalkmayacağını artık herkes anlamış durumda.
Keşke bu millet bir gün korkmadan konuşsa; acıyı da yanlışı da masaya koysa; helalleşse; ardından da bembeyaz bir sayfa açsa ve herkes Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yirmi yedi yıl önce Barış Kültürü Kararı’yla kabul ettiği “Barış, şiddet ve şiddet içeren çatışmaların önlenmesine yönelik eğitime, sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmanın teşvikine, insan haklarına saygıya, eşitliğe, demokratik katılıma, hoşgörüye, bilginin serbest dolaşımına ve silahsızlanmaya dayalı kapsamlı bir yaklaşım; savaş ve şiddet kültürünün yegâne alternatifidir.” tanımını istisnasız biçimde kabul etse.
Ama siyaset, keşkelere göre işlemiyor. Paradoksal olarak, Türkiye barış yoluna hem çok yakın hem de çok uzak görünüyor. Çünkü hepimizin bildiği gibi geçmişle sert bir hesaplaşma, gelecekte kurulacak barışın altını oyabilir. Rasyonel olmak, kalpsiz olmak değil; barışı duygudan değil, akıldan ve adaletten inşa etmektir.
Tam bu kritik noktada geçen hafta yaşananlar, siyasetin ne kadar sığ bir hatta sıkıştığını gözümüze soktu. İktidar ve ana muhalefet, milletin gözü önünde adeta “Kürtlere kim daha çok zarar verdi?” yarışına girdi. Yarışın adı bile utanç verici; çünkü maliyet hesabına dönüşen siyasal performans aslında bu ülkenin en derin yarasıdır.
Bu görüntü, siyasetin meseleyi hâlâ anlamadığını gösteriyor. Bu ülkenin barış ihtiyacını, partilerin birbirlerine dönük suçlama hamlelerine kurban etmek, toplumun aklıyla da tarihiyle de alay etmektir.
Barışın garantisi demokrasidir; çünkü hem kalkınma hem de insan haklarına saygı ancak onunla sağlanabilir. Demokratik yönetimler, siyasal hakları güvence altına almak, ekonomik özgürlükleri korumak, kalkınmanın yeşerebileceği, insan haklarının var olabileceği ve korunabileceği bir iklim yaratmakla yükümlüdür. Rekabetçi siyasetin yaşandığı bir ortamda ifade, örgütlenme ve bilgi edinme özgürlüğü gibi temel bireysel özgürlüklerin yokluğu demokrasiyi ve elbette ki barışı erişilemez hâle getirir.
Bu yüzdendir ki barış, kardeşlik edebiyatıyla, bundan da beter bir sadaka anlayışıyla değil; hak ve hukuk temelli eşitlikle sağlanır.
Ve bir gerçeğin altını daha kalın çizelim:
Birine hak teslimi bir lütuf değildir.
Hakkın teslimi; adaletin gereğinin ifası, hakkaniyetin vücut bulmasıdır.
Siyasetin bunu “cesaret göstergesi” gibi sunması bile başlı başına sorundur. Hakkı bahşedermiş gibi sunan bir siyaset, aslında adaleti kendi mülkü sanıyor demektir.
Tam da bu yüzden muhalefetin rolü artık çok daha belirleyici, çok daha yapıcı olmak zorundadır. İktidar insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesi ve korunmasını koşulsuz olarak gerçekleştirmeli; muhalefet ise demokrasinin, kalkınmanın, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygının güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması için desteğini sunmalıdır.
Silahların susması elbette kıymetlidir; ama susmuş bir silah, bir annenin gözyaşını geri getirmez. O gözyaşı, barış ve güvenliğin tanımının yalnızca silahların yokluğuyla sınırlı olmadığının; aynı zamanda ekonomik refahı, çevresel sürdürülebilirliği, insan haklarının korunmasını, demokrasiyi, ilerleme ve kalkınmanın peşinde koşmayı ve ayrımcılığı reddetmeyi içerdiğinin ispatıdır.
Siyasetin bütün maliyet hesapları, bir tek annenin yasının yanında hükümsüzdür. Bu yüzden “birlikte yaşamak mümkündür” cümlesinin içini boş bir romantik çağrı gibi dolduramayız.
Gerçek karşılığını şöyle söylemek gerekir:
Barış, herkesin toplum içinde kim olduğu ve nasıl olduğu konusunda rahat hissedebilmesini; ortak bir noktanın bizi birleştirdiğini kabul ederken kendi kimliğini geliştirebilmesini gerektirir. İşte bu yüzdendir ki birlikte yaşamak ancak hak eşitlenince, hukuk herkes için aynı nefesi verince ve adalet kimsenin kapısına lütuf gibi gitmeyince mümkündür.
Barış, bir duygulanım değil; tüm insanların refahı ve bir arada yaşaması için koşullar yaratan eylemleri gerektiren aklın, adaletin ve vicdanın zorunlu birlikteliğidir.
Ancak şiddetin derin izlerini taşıyan bizimki gibi toplumlarda barışa ulaşmak için ek bir unsur daha gereklidir: Geçiş Adaleti. Şiddet içeren her çatışma derin yaralar bırakır, aileleri ve toplumu böler; bireyler, gruplar ve kurumlar arasında güvensizlik ve yabancılaşmaya yol açar. Bu nedenle barış sürecinin bir parçası olarak geçmişte yaşanan acı olayların gözden geçirilmesi, insan hakları ihlalleri hakkındaki gerçeklerin ortaya çıkarılması, adalet ve hak arayışına erişimi mümkün kılan mekanizmaların oluşturulması elzemdir. Geçiş adaleti, mağdurlara sevdiklerini bulma veya en azından nasıl öldüklerini ve bedenlerine ne olduğunu öğrenme, ihlallerden sorumlu olanların sonuçlarına katlanmalarını sağlama ve bu tür olayların tekrarlanmasını önlemek için alınan önlemleri görme fırsatı sunduğu için hayati önem taşımaktadır.
Ve bugün siyaset, hakkımız olan geçiş adaletini ve barışa dayalı birlikteliği kurmak zorundadır.