Dünyanın en sefil insanını, dünyanın mutluluk salgınından kurtarmaya zorlayan bir dizi izliyoruz: Pluribus. Ama bence asıl sıkıntı, dizinin içindeki virüs değil. Biz çoktan başka bir “virüs”le enfekte olmuş durumdayız: kodlarla, sloganlarla, algoritmalarla pompalanan, şeker kaplı siyasi mutluluk. ABD’nin resmî mottosu “E pluribus unum” – “Çokluktan birliğe”. Pluribus’un evreninde bu slogan biyolojik bir gerçeğe dönüşüyor: milyonlarca insan, tek bir kolektif bilince bağlanıyor. Herkes aynı anda aynı şeyi hissediyor, aynı anda aynı “iyi”ye inanıyor. Savaş yok, açlık yok, kavga yok. Ama bir farkla: ortada insan kalmıyor. Bu sahte cennet hissi, aslında bizim liberal-demokratik tüketim toplumunun siyasetini fazlasıyla hatırlatıyor.
Dizide 600 ışık yılı uzaklıktan gelen kodlarla bir virüs yayılmakta ve buradan hareketle de bütün insanlık tek bir zihne kavuşmaktadır. Bilinenin aksine ortada uzaylı yoktur; sadece onların kodları ve bu kodlar aracılığı ile yaydıkları virüsler vardır. İşte tam olarak burası yazının asıl amacını gösteren noktadır. İçinde bulunduğumuz çağ (belki 1968 sonrasından itibaren alabiliriz) üretimden çok tüketime odaklanan bir konumdadır. Bütün bu sistemin içerisinde tek bilinç görece olmasa da mutlak olarak aynı düzenin aynı mesajlarına maruz kalıyoruz. Yani dizideki gönderilen kodlar ve yayılan virüsler gibi her gün medya ve dijital medya aracılığıyla haberlere, reklamlara maruz kalıyoruz. Kodlanan mesajlar hayatın her yerinde yer alırken zihinlerimiz ise bu kodlanan mesajlara benzer tepkileri üretiyor. İşin boyutu sadece tüketimle ilgili değil. Politik olarak kararlarımız dünden bugüne gelen kodlar aracılığı ile varlığını sürdürmektedir. Şöyle düşünebiliriz; geçen yıl Orta Doğu’daki olaylar hakkında ne biliyoruz? Hatırladıklarımız neler? Eğer bu alanın uzmanı değilseniz vereceğiniz cevap zamanında haberler aracılığı ile kodlananlardan ibaret olacaktır. Oysa o kadar çok bu konuda habere maruz kalıyoruz ki neredeyse muhatap olmadığımız bir gün bile yok. Belirli kodlar ile gönderilen bu mesajlar ancak kodların oluşturduğu gerçeklikte kişilerin zihninde kalmaktadır. Daha doğrusu bu kalan da bir kalıntıdan ibarettir. Hepimizin farklı politik görüşleri bulunsa da sistemin izin verdiği kadarıyla bu görüşlerimiz şekilleniyor. Grafikte yer alan görüntüler gibi düşünebiliriz. Kitle diye bir şey kalmadı; sadece kodlanmış, istatistiksel olarak yönetilen, medyatik olarak temsil edilen bir ‘seyirci yığını’ kaldı. Farklı zamanlarda aşağı yukarı değişiyor ama sonuçta aynı çizgide ilerliyor; önemli olan da bu!
Pluribus’un en kritik sahnelerinden biri, kolektif bilincin Carol’a televizyon ekranından seslendiği an. Konuşan “devlet” gibi görünse de aslında artık klasik anlamda bir iktidar yok; tek bir “biz” var. “We is us” diyor: “Biz biziz.” Bu cümle, bizim dünyamızda da kulağımıza tanıdık gelmiyor mu? Siyaset, uzun süredir “biz” üretme sanayisine dönüşmüş durumda. Bugün iktidarlar, muhalefetler, kampanyalar kendilerini hep aynı cümleyle tanımlıyor: “Biz halkız”, “Biz milletiz”, “Biz çoğunluğuz”. Pluribus’taki kolektif bilinç, kendine katılmayan on üç kişiyi tamamen yok etmiyor; nazik, sabırlı, ikna etmeye çalışan bir tonla konuşuyor. Onlara yemek yapıyor, uçakla istediği yere götürüyor, buzdolabını dolduruyor. Yani biyolojik ve maddi ihtiyaçlarını karşılıyor. Karşılığında sadece tek bir şey istiyor: Katıl, “biz” ol.
Dizide yayılan virüsle bütün insanlar tek bir zihne erişiyor. Bir işçi, ameliyata girebilir. Çünkü milyarlarca zihnin birlik olduğu dünyada bedenlerin ve kişilerin hiçbir önemi yoktur. Herkes mutludur ve herkes aynı zihne sahiptir. Buradaki mutluluğun daimî devam etme düşüncesinin de ne kadar hastalıklı olduğu dizide özellikle dikkat çekiyor. Şöyle düşünebiliriz; sonsuz mutluluk bize ne sunuyor? Zaten en başından bu düşünce sorunlu duruyor. Mutsuzluğun olmadığı yerde mutluluğun farkının anlaşılması mümkün değildir. Kötülük olmasa iyilik nasıl anlaşılacak? Mutluluk adı altında reklamı yapılan sistemin sonsuz bir desteğe ihtiyaç duymasından kaynaklıdır. Amerikan rüyasına paralel olarak bu mutluluk olgusu düşünülebilir. Sürekli olarak vurgulanan ve kendisini ayrıcalıklı konuma iten Amerikan rüyası düşüncesinin bir anlam ifade etmediğini görebiliriz. Bütün bu dizideki durumlar da aslında iktidar meselesini karşımıza çıkarıyor. Tek tip insan, tek tip yaşam şekli ve tek tip duygu durumu. Bütün her şey iyi ama bizi biz yapan insani yönlerimiz, hatalarımız nerede? Dünya “mükemmel işleyen bir iyilik makinesine” dönüşüyor, ama bunun bedeli anlam ve tekillik kaybı.
Sistem her şeyi pozitif koda çevirmek ister ama her zaman kod dışına sızan, ölçülemeyen, simüle edilemeyen bir fazlalık vardır. Dizideki döüştürülemeyen 13 kişiden biri olan Carol tam olarak bu “hesaba gelmeyen tekillik” durumunu gösteriyor. Carol’un motivasyonu “insanlık aşkı” değil, öfke, yas, tiksinti, “bu kadar uyum bana ters” hissi. Kısaca ahlaki değil, “patolojik” bir direniş. Tam da bu yüzden sahici.
Başka açıdan bakarsak Yapay zekâ lise ödevini de resmi de romanı da yazıyorsa, insanın kalbi nerede? Pluribus’ın dünyası işte bu sorunun dramatizasyonu: AI gibi işleyen, “en iyi sürümüne güncellenmiş insanlık” yaşanmaya değer hayat bir hayattır. Lakin dizideki Carol’ın ne sürdüğü ise; özgür değilsek insan olmanın ne manası var? Bu durum da sistem tarafından kuşatılmış insanın hem politik olarak elinin kolunun bağlı olduğu hem de tüketim nesneleri tarafından sürekli olarak etrafının çevrildiğini göstermektedir.
Dizideki virüs tek bilinci bir nevi milyarlarca insanın beynindeki verilerden çekerek yapıyor. Düşününce bu durum dijital medyadaki halimize de benziyor. Bütün verilerimiz şirketler tarafından işleniyor ve yapay zeka denen düşünen nesnenin zihnini oluşturuyor. Bir bakıma Pluribus dizisi yaşadığımız dijital çağın biyolojik olarak mümkün olduğu bir evreni bize gösteriyor.
İnsanlık, sonunda barış ve mutluluğa kavuşuyor, ama bunun bedeli insan olmaktan çıkmak. Carol ise “insanlığın kusurlu kalma hakkı”nı savunuyor.