Güneydoğu Anadolu’nun toprakları, sadece coğrafyasıyla değil, bin yıllık kültürüyle de birikimin adeta coğrafyasıdır. Sıcak güneşin altında uzanan doruklar, taş tarihinin izlerini taşıyan siteler ve sesini duymanın güç olduğu şehirlerin dar sokaklarıyla bu bölge, okura sessizce konuşur. Her köşesi ayrı bir hikâye barındırır; geçmişin taş anıtlarıyla bugün arasındaki bağ, ziyaretçisini derin bir yolda yürümeye çağırır.
Mardin’in eski taşları, daracık merdivenlerin ardından yükselen minareler ve taştan işlenmiş balkonlarıyla bir açık hava müzesidir adeta. Sokaklar, tarih ile yeni hayatın iç içe geçtiği bir dokuyu sunar. İnsanlar sıcaklığını, kahve kokusunu ve gündelik yaşamın ritmini paylaşırken, taşların arasından sızan geçmişin hafif ağırlığıyla ilerlersiniz. Şehrin üst katlarından savrulan gün ışığı, daracık sokaklarda bir akışkanlık yaratır; her adımın yeni bir manzarayı ortaya çıkardığı bir tiyatro sahnesi gibi.
Diyarbakır’ın surları, sıradan bir şehir silüeti değildir. Onlar, binlerce yılın depremi, savaşları ve barış umudunu taşıyan birer kroniktir. İç içe geçmiş mahalleler, sokak aralarında saklı antik kiliseler ve camiler, bu toprakların çoğulcu yüzünü gösterir. İnsanlar konuşurken dilin çeşitliliği, kahkahalar yükselirken çocukların oyunları, bir araya gelmenin ve birbirini anlama kapasitesinin somut örnekleridir. Şehrin çay ocaklarında, gürültü ve telaşeden uzak sessiz bir düşünceye kapıldığınız anlar da olur; çünkü bu coğrafya, insanı dinlemeye, sabırla dinlemeye zorlar.
Hasankeyf’in sularında geçmişin ve geleceğin incehatlarını görmek mümkündür. Yeni bir sualtı mirası gibi doğan hidrolojik hareketler ve arkeolojik kazılar, bölgenin tarihsel derinliğini hatırlatır. Her bir taş, her bir su damlası, geçmişin izlerini bugünün gündemine taşıyarak, ziyaretçiye zamanın ötesinde bir yolculuk sunar. Bu, yalnızca bir turistik rota değildir; aynı zamanda bir kimlik arayışının, kayıp değerlerin yeniden hatırlanmasının ve ortak bir geçmişe dair soruların peşinden gidilmesinin deneyimidir.
Güneydoğu Anadolu’nun doğası da bakir ve çarpıcıdır. Nemli ovaların arasında yükselen dağların kıyısında, balıkçı köylerinin huzurlu ritmi ve pınarların serinliğiyle karşılaşırsınız. Özellikle Seyhan’ın ve Dicle’nin kıyısında ilerlerken, tarımın ve suyun birbirine kenetlendiği yaşam biçimini hissedersiniz. Baharın gelişinde lavanta ve kır çiçeklerinin kokusu, kentin sınırlarını aşan bir doğa özgürlüğünü getirir; yazın ise güneşin altında altın renginde dinlenen tarlalar, insanı laboratuvar gibi çalışan bir doğaya davet eder.
Yemekler de sınırları aşan bir köprü kurar bu topraklarda. İçli köfte, katmer, kabak çiçeği dolması ve daha niceleri; her lokmada yörenin bereketi ve emeği hissedilir. Sofralar, yalnızca açlığı gidermek için değildir; aynı zamanda hikâyelerin aktarılması, kuşaklar arası bağların güçlendirilmesi için birer ritüeldir. İnsanlar, çay ya da köpüklü kahve eşliğinde günün olaylarını paylaşırken, kahkahaların ve sohbetlerin duygu dünyası da zenginleşir.
Bir köşe yazarı olarak diyorum ki, Güneydoğu Anadolu’nun gezilecek yerleri sadece görmek için değildir; oraları deneyimlemek, insanlarla konuşmak ve mahallelerin sesini dinlemek için bir davettir. Bu topraklar, tarih ile bugün arasındaki ince çizgide durur ve ziyaretçisine bu çizgiyi aşmamayı değil, üzerine düşünmeyi öğretir. Her adımda, geçmişin gölgesinde geleceğin ışığını görmek mümkün; her durakta, farklı bir kimliğe tanıklık etmek, kendi kimliğini yeniden kurmaya vesile olur.