Ege kıyıları, yalnızca denizin tuzlu kokusunu değil, üç büyük uygarlığın izlerini de aynı anda taşır. Gözlerimiz bir taş duvara değdiğinde aslında binlerce yılın hikâyesine dokunuruz.

İzmir’den Aydın’a uzanan coğrafyada antik Yunan kentlerinin düzenli ızgara planları hâlâ hissedilir. Efes’teki Celsus Kütüphanesi’nin mermer sütunları, Priene’nin simetrik sokakları, Milet Tiyatrosu’nun akustiği… Hepsi, estetiği ve aklı aynı çizgide buluşturan bir dönemin yansımasıdır.

Roma, bu mirası yalnızca korumakla kalmadı, su kemerleri, hamamları ve bazilikalarıyla zenginleştirdi. Bergama’daki Kızıl Avlu’nun tuğla ihtişamı, Afrodisias’taki stadyumun devasa formu, mühendislikteki ustalığı fısıldar.

Sonraki yüzyıllarda Osmanlı, bu kadim taşların yanına çinilerle süslü camiler, çarşılar ve hanlar ekledi. Tire’nin ahşap minberli camileri, Birgi’deki Çakırağa Konağı, Ayvalık’ın dar sokaklarındaki taş evler, hem İslam sanatının hem de Ege’nin taş işçiliğinin zarafetini sergiler.

Ege’de yürürken bir anlık dikkatsizlik bile tarihî katmanları kaçırmanıza neden olabilir. Bir sütun parçası, bir kemer, bir ahşap cumbalı pencere… Hepsi, “Beni gör, ben geçmişinle bugünün arasındaki köprüyüm” der.

Bugün bu mirasın değeri, sadece turistik bir cazibe değil; kültürel bir sorumluluktur. Restorasyonlar, koruma çalışmaları, yerel halkın sahiplenmesi… Bunlar olmadan taşlar sessizliğe gömülür.

Ege’nin kıyılarında dolaşırken aklıma hep şu gelir: İnsan ölümlü ama taş sabırlıdır. Yeter ki biz, bu sabrın kıymetini bilelim.