"Önce Sokağını Anlat Der Çehov".  Ne kadar da görkemli bir tespit öyle değil mi? Kendi gerçekliğini anlamlandıramadan, kendi zamanını doğru tespit edemeden bütüne, tüme, insana ve topluma dair çıkarımların bir ayağı aksıyor sanırım. 

Bir Özcan Alper şaheseri olan “Sonbahar” eserinden bahsediyorum. İnsana dair olanı net ve sert biçimde anlatan bir kompozisyon. Türkiye’nin yakın tarihine dair yapılmış tespitlerin, filmde betimlenen hırçın, sert ve yaman Karadeniz doğası ile bütünleştirilerek sunulduğu görkemli bir sunum.

Film’de anlatılan Yusuf’un hikayesidir. Siyasi bir mahkum olan Yusuf, cezaevinden tahliye edildikten sonra doğduğu topraklara yerleşir. İçe dönük, sessiz, düşünceli bir ruh halindedir. Belki de Karadeniz’in o hırçın doğası gibi olan gençliği, hapiste geçirdiği yıllar sonrası onu bu dingin ve ürkek hale dönüşmeye zorunlu kılmıştır. Doğanın döngüselliğiyle, Yusuf’un içsel mücadelesi, paralel bir çizgi gösterir. Dönemin politik suçlularına yönelik baskı ve işkencelerin izlerini taşımaktadır Yusuf. Sağlık durumu kötüdür. Yusuf karakteri özelinden tanık olduğumuz hikaye aslında bir dönemin siyasi atmosferinin yansımasıdır.

Sonbahar'ın politik eleştirisi, doğrudan ve açık değil, daha çok ima yoluyla ve sembollerle dile getirilir. Yusuf'un hapisten çıktıktan sonra insana, topluma ve hatta doğaya karşı yaşadığı yabancılaşma ve adapte olma zorlukları, toplumun değişen dinamikleri ve siyasi mücadelenin bireysel bedelleri hakkında güçlü bir anlatı sunar. Bu anlamda Özcan Alper’in, siyasi aktivizmin bedelleri ve ideallerin gerçeklikle çarpışması üzerine kurguladığı bu tespiti son derece önemli görüyorum.

Filmin kasvetli atmosferi ve karakterlerin tükenmiş ruh halleri, ülkenin siyasi ve toplumsal durumunun karanlık yönlerini betimler adeta. Doğanın tüm hırçınlığına rağmen yeşil kalmaya çalışan yapraklar, topraktan filizlenmeye çalışan çiçekler aslında karakterlerin iç dünyaları ile dış dünyanın kontrastı gibidir…Tıpkı tam da bu koşullarda doğan Yusuf ve Eka’nın aşk hikayesi gibi. Bu aşk aslında tüm bu karanlık tabloya rağmen umudun sönmediğini, toplumsal direnişin mümkün olduğunu fısıldamaya çalışır. Ancak ne yazık ki bu umut da kırılgan ve belirsizdir, tıpkı Yusuf’un akıbeti gibi…

Sonbahar, sessiz ve şiirsel anlatımıyla geçmişe bir ağıt yakarken, geleceğe dair umutların nasıl erozyona uğradığını da gösterir. Özcan Alper, yoğun diyaloglar, derin ve gösterişli cümlelerden ziyade görsel ve sessel unsurlarla duygusal bir yoğunluk yaratır ve bu karakterlerin dünyasına, çıkarımlarına ve hatta sessizliklerine dair samimi bir bakış açısı sunar. Şiirsel anlatı tam da bu değil midir?  Alper’in kullandığı bu yöntem bireyin iç hesaplaşmasına, filmdeki anlatının da tarihle hesaplaşmasına ve bireysel hikayeler üzerinden unutulanların hatırlanmasına önemli bir katkı sağlar. Bu incelikli yaklaşım, filmin gücünü ve kalıcılığını artırıyor aslında. Doğrudan siyasi söylemlerden uzak durarak, izleyicinin kendi yorum ve çıkarımlarını yapmasını sağlıyor. Bu anlamda Özcan Alper’in bu sessiz çığlığını son derece görkemli, ihtişamlı olarak nitelendirmek gerekiyor.

Anlatılan senin hikayendir diyor Marx. Evet, anlatılan bizim hikayemizdir aslında.

Tıpkı Karadeniz gibi, tıpkı Yusuf gibi, tıpkı Sonbahar gibi…