İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, T24 yazarı Murat Sabuncu’nun sorularını yanıtladı. İmamoğlu, DEM Parti ile hükümet arasında yürütülen sürece dair değerlendirmelerde bulundu. Ayrıca Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutukluluğuna, sosyal medya tartışmalarına ve cemevlerinin statüsüne ilişkin açıklamalarda bulundu.

İmamoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile DEM Partili yöneticiler ve milletvekillerinin birlikte görüntülenmesinin ardından başlayan tartışmalara değinerek, DEM Parti’nin 19 Mart’tan itibaren demokrasinin askıya alındığını savunduğunu belirtti. “Bu süreçte hükümetle müzakere halinde olan bir partinin hukuksuzluklara karşı tutumu değerlidir” dedi.

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutukluluğuna ilişkin olarak ise İmamoğlu, "İktidar, yürütülecek müzakerelerde elini güçlendirmek amacıyla Demirtaş ve Yüksekdağ’ı içeride tutuyor" ifadesini kullandı. CHP’nin uzun süredir bu tutukluluklara karşı durduğunu ve her seçim döneminde bu nedenle “terör destekçiliği” ile suçlandıklarını dile getirdi.

İttifak geçmişi olan bazı siyasetçilerin sosyal medya yorumlarını gerekçe göstererek kendisine yönelik eleştirilerde bulunmasına da değinen İmamoğlu, bu ifadelerin haksız olduğunu söyledi. “Bizim hedefimiz tek başına iktidar olmak değil, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve halkı korumak ve yüceltmektir” dedi.

İmamoğlu ayrıca Nobel Barış Ödülü’yle ilgili yaptığı sosyal medya paylaşımı hakkında da açıklama yaptı. Paylaşımının belirli bir kişiye değil, demokrasi ve özgürlük ilkelerine destek amacı taşıdığını belirten İmamoğlu, ödülün daha sonra ABD Başkanı’na ithaf edildiğini öğrendiğinde hayal kırıklığı yaşadığını ifade etti. Bu paylaşım nedeniyle rahatsızlık duyanlara üzüntüsünü dile getirdi.

Cemevlerinin statüsüne ilişkin soruya da yanıt veren İmamoğlu, bu mekanların ibadethane olarak tanınması gerektiğini ve Alevilere yönelik ayrımcı uygulamaların sona erdirilmesinin şart olduğunu vurguladı.

Sabuncu’nun Ekrem İmamoğlu’na avukatları aracılığıyla gönderdiği sorulara verdiği yanıtlar şu şekilde:

- Türkiye 15 gündür 1 Ekim’de, Meclis açılışında verilen fotoğrafı konuşuyor. Özellikle DEM Parti'li yönetici ve vekiller üzerinden yürüyen bir tartışma var. Tartışmanın ana noktalarından biri sizin de içinde bulunduğunuz durumu ilgilendiriyor. ‘Ana muhalefete yapılanlar konusunda yasak savıcı konuşup iktidarla samimi poz verme’ eleştirisi de iktidarla Kürt siyasetinin en büyük partisinin anlaştığı da tartışmalar arasında. O tartışmalardan sonra CHP ile DEM Parti arasında sosyal medyada başlayan kimi aktif siyasetçilerin de katıldığı bir gerginliğin tırmandığı da görülüyor. Siz bu fotoğrafı, sonradan gelişen durumu nasıl okudunuz?

Türkiye öyle bir siyasi şiddete ve kamplaşmaya sahne oluyor ki TBMM çatısı altında ülkenin Cumhurbaşkanı ve muhalif parti liderlerinin bir poz vermesi bile artık çok garip karşılanıyor. Bu fotoğrafın olması değil, bugüne kadar bu buluşmaların olmaması büyük talihsizliktir. Biz veya diğer muhalefet partileri değil bunun sorumlusu. Yıllardır ülkeyi geren, muhaliflere hakaret ve tehditlerle saldıran kişi bizi bu hale getirdi. Bu fotoğrafın 15-20 gündür tartışılıyor olması, bizlere demokrasimizin kalitesine dair çok şey gösteriyor. Türkiye’yi demokrasi değil, demokrasi karşıtları yönetiyor.

Bu fotoğraf, kendini yalnız ve güçsüz hisseden bir iktidarın bugüne kadar hiç değer vermediği, yok saydığı, düşmanlaştırdığı, en kötü hakaretleri sarf ettiği muhalif siyasi partiler üzerinden meşruiyet arayışına mecbur kalma halidir.

Muhalif liderlerle resim vermek için gösterilen bu büyük gayret, fotoğraf karelerini tek tek kayda geçirme gayretindeki saray fotoğrafçılarının istedikleri fotoğrafları yakalama çabası bize ortada bir mizansen olduğunu gösteriyor. İktidarın yıllar boyunca, daha düne kadar vatan haini, terörist gibi galiz ifadelerde bulunduğu; en üst perdeden öfke ve nefret diliyle hitap ettiği liderlere siyasette hiç rastlanmamış bir dille saldırdığını hatırlamak gerekir.

Bu 'iki yüzlü, çıkarcı ve her yol mübahtır' anlayışı ile yürütülen siyasetin, ihtiyaç duyulan noktada her türlü riya ve samimiyetsizliği uyguladığını tespit etmemiz gerekiyor.

Sosyal medya üzerindeki tartışmalara gelince... Bir fotoğraf verilmesinin dahi toplumda oluşturduğu negatif bakışın, normal olması gereken medeni bir ortama dahi tepkili hale gelmenin tek sorumlusu, siyasette el sıkmayı, nezaketi, centilmenliği bir tarafa bırakmış olan cumhurbaşkanı ve iktidar anlayışıdır. Ben toplumun bu fotoğrafa verdiği tepkiyi, kendinden olmayana düşmanlığın, ülkenin yaşadığı kutuplaşmanın, devletin kurumları ve yargı üzerinden yapılan her türlü siyaset ve hukuk dışı saldırıların sorumlusu olan iktidara karşı yapılmış bir uyarı ve protesto olarak görüyorum.

CHP'den YSK'nin İstanbul Olağan İl Kongresi kararı sonrası açıklama
CHP'den YSK'nin İstanbul Olağan İl Kongresi kararı sonrası açıklama
İçeriği Görüntüle

Tabii ben tutuklu bulunduğum için sosyal medyaya erişemiyorum, olanları ancak kısıtlı bir şekilde takip edebiliyorum. Biz siyasi anlayışımız gereği kurumsal olarak da siyaseten de sosyal medyada kimseyi kimseye karşı kışkırtmıyoruz. Yaşananı ise gerginlik olarak adlandırmıyorum. Münferit yorumlar üzerinden mahkeme kurup bizi yargılamaya girişenlereyse dostane bir uyarıda bulunayım: Siyaset hassasiyetle yapılan bir iştir. Bir de böylesine kritik bir süreç içerisindeyken, milletin geleceği adına herkesin ihtimamla davranması gerekiyor.

DEM Parti, 19 Mart’ta başlayan demokrasiyi rafa kaldırma sürecinin başından beri bizlere yapılan hukuksuzluğu dile getiriyor. İktidarla yoğun bir müzakere süreci içinde oldukları bir dönemde bu tavırları oldukça değerlidir. Biz de yıllardır başta Sayın Demirtaş ve Sayın Yüksekdağ’ın tutukluluğu olmak üzere, onlara yapılan hukuksuzluklara karşı duruyoruz ve bu sebeple her seçim döneminde iktidar tarafından “terör destekçiliğiyle” suçlanıyoruz. Biz yeni değil, yıllardır Sayın Demirtaş ve Sayın Yüksekdağ’ın özgür kalması gerektiğini ifade ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın, biz hukuksuzluk kime yapıldı, diye bakmayız. Bizim savunduğumuz, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, millet iradesi ve hukukun üstünlüğüdür. Savunmaya da devam edeceğiz. Haksızlıklara karşı durmak yalnız CHP’nin değil, ülkemizdeki bütün demokratların görevidir.

- CHP Genel Başkanı Özgür Özel de siz de tüm muhalefetin bir arada durduğu bir dayanışma hattından bahsediyorsunuz. Kürt demokratlar, muhafazakâr demokratlar, milliyetçi demokratlar, sosyal demokratlar diye sayılıyor. Aynı karede yer alan, CHP listelerinden Meclis’e girmiş DEVA ve Gelecek açısından aynı kareyi nasıl yorumladınız?

Bizim bahsettiğimiz dayanışma hattı, Türkiye’nin geleceğini düşünen bütün demokratların ortak bir mücadele yürüterek ülkemizi koruması meselesidir. Genel Başkanımız mitinglerde demokratlara çağrılar yapıyor. Neden? Çünkü millet egemenliğinin kurtuluşu tüm demokratların kendi iradesine sahip çıkmasından geçiyor.

Bazı vatandaşların bu fotoğrafta bulunan muhalif parti liderlerine kızdığını da duyuyorum. Kızacak bir şey yok. Bu fotoğraf, iktidarın çaresizliğinin karesidir. Sayın Davutoğlu’nu genel başkanlık yaptığı partiden ihraç eden, Sayın Babacan’a parti kurdu diye “ümmeti bölüyor” gibi ne dinimize ne de siyasi ahlaka sığan ifadeler sarf eden, DEM Partilileri yıllardır terörle suçlayan kişi bugün meşruiyet arama yolunda böyle bir fotoğrafa ihtiyaç duyuyorsa bu ancak iktidardakilerin çaresizliklerinin ifadesidir.

Ne dedik? “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.” Ve bu söze tamamen sahip çıkarak mücadele veriyoruz. Bu fotoğrafı yargılamak bir kenara dursun, Genel Başkanımızın “Muhalefete muhalefet etme dönemi bitmiştir” sözüne sahip çıkan bir yerde duruyorum. Fakat görüyorum ki geçmişte ittifak içerisinde olduğumuz bazı dostlar, sosyal medyadaki münferit yorumları haddinden fazla ciddiye alarak bize yönelik hiç hak etmediğimiz ifadelerde bulunuyorlar.

Kendilerine samimiyetle sesleniyorum: CHP’nin Genel Başkanı, MYK’sı, Parti Meclisi, Cumhurbaşkanı Adayı bellidir. Sosyal medyada gördüğünüz yorumlar üzerinden bizi hedef almak siyaseten çok kolay olabilir. İstediğiniz sözü söyleyebilir, istediğiniz siyaseti tercih edebilirsiniz. Biz, Türkiye’nin gördüğü en büyük siyasi kuşatmaya karşı mücadele ediyoruz. Bu mücadeleyi tercih ediyoruz. Bu mücadeleyle yaşıyoruz. Millet herkesi tercihlerine göre değerlendirecektir.

- 1 Ekim sonrası çıkan yorumlarda parti içinde sizin partinizin genel merkezinden farklı olarak ‘CHP’nin tek başına da başarılı olabileceği, muhalefet bloğuna ihtiyaç duyulmayacağı yolunda yorum yaptığınız’ iddiaları yayıldı. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Yalnız CHP’liler değil, Türkiye’nin bütün demokratları ülkemizin geleceği için endişeleniyor, hayaller kuruyor, ülkemiz artık huzur bulsun istiyor.

İktidar yalnız CHP’yi değil, bütün milletimizin egemenliğini, demokrasimizi, hukuku ve vicdanı hedef alıyor.

Normal bir dönemi değil, ağır ve boğucu bir baskı dönemini yaşıyoruz.

Hâl buyken, ülkemizi demokrasiye, adalete ve huzura kavuşturma yolunda milletçe ve birlik içinde mücadele etmek varken kabuğumuza çekilmeyiz. Yürüttüğümüz mücadele CHP’nin değil milletin mücadelesidir.

“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sözünü inanarak ve samimiyetle söyledik. Hep millet odaklı siyaset yaptık. Tüm demokratları mücadeleye davet eden partimizin, şahsi veya tekçi bir siyaseti yoktur ve olmamıştır.

Bizim derdimiz “tek başına iktidar olmak” değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve canımızdan, özgürlüğümüzden çok sevdiğimiz güzel insanlarımızı kurtarmak, korumak ve yüceltmek. Şüphesi olanlar cezaevinde yattığımız günleri saysınlar.

- Selahattin Demirtaş’ın ve Figen Yüksekdağ’ın AİHM’e bir daha itiraz edilerek tahliye edilmemesine ne diyorsunuz?

Sayın Demirtaş ve Sayın Yüksekdağ dün de içeride olmamalıydı, bugün de. Her ikisi de siyasi faaliyetlerinden, yaptıkları konuşmalardan dolayı cezaevine konuldu. 2013’te başlayan çözüm süreci bitmeseydi cezaevine de konulmayacaklardı, hepimiz biliyoruz. 2013-2015 arasında suç sayılmayan fiiller 2015’ten sonra yasa, kanun değişmediği halde iktidar ve yargı tarafından suç sayılmaya başladığı için içeri atıldı Sayın Demirtaş ve Yüksekdağ. Devir değişince, daha önce suç sayılmayan fiiller suç sayılır oldu.

Hadi olan oldu, deyip bugüne bakalım, diyelim. Biz bugün neyi konuşuyoruz? Meclis’te kurulan komisyon neyi konuşuyor? Örgütle görüşmeyi başlatanlar neyi konuşuyor? Silahlı terör örgütü mensuplarının, örgüt kurucularının ceza almamasını...

Madem böyle bir süreç başlayacak, daha ne demeye sayın Demirtaş’la sayın Yüksekdağ içeride tutulur ki? Herhalde kimse PKK mensuplarını serbest bırakıp siyasetçileri içeride tutmayı düşünmüyordur.

Bu olmayacağına göre niye bırakmıyorlar Sayın Demirtaş’la sayın Yüksekdağ’ı? Hem de AİHM kararlarına rağmen. Niye bırakmadıklarını söyleyeyim. İktidar hem onları hem de içerideki diğer siyasileri koz olarak kullanmak istiyor. İktidar istiyor ki, yarın yürütülecek müzakerelerde elinde daha fazla koz olsun. Örgütle, DEM Parti’yle yürüteceği pazarlıklarda kullanmak için içeride tutuyorlar Demirtaş’la Yüksekdağ’ı. Çünkü samimi değiller, çünkü tutarlı değiller, daha da kötüsü ciddi değiller...

İnsanların günlerini, gecelerini, yakınlarıyla geçirecekleri saatleri, sağlıklarını kendi siyasi hesapları için çalıyorlar. Bir gün bile cezaevinde olmaması, haklarında soruşturma bile açılmaması gereken binlerce insan var cezaevinde. Hepsi bu iktidarın siyasi hesapları yüzünden. Siyasi hesapları için her şeyi yapabilen, istediğini cezaevine atıp, istediğinin suçunu görmezden gelebilen bir iktidar var bugün ülkemizde.

- Gazze’de 65 bin kişinin öldürülmesinden, soykırımdan sonra adına ‘Kalıcı Barış ve Refah İçin Trump Anlaşması’ denilen anlaşma , 13 Ekim’de Mısır'ın Şarm El Şeyh kentinde imzalandı. Aralarında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da olduğu isimlerin ana imzacılar arasında olduğu anlaşmanın detaylarını nasıl yorumladınız?

Gazze’de iki yıl süren yıkımın, on binlerce sivilin ölümünün ardından bir ateşkesin ve barış anlaşmasının imzalanması, kuşkusuz insanlık adına umut verici bir gelişme. Ancak her zaman söylüyorum: Barış, yalnızca silahların susmasından ibaret değildir. Filistin halkının evlerine döndüğü, yaralarının sarıldığı, kendi topraklarında güvenle yaşayabildiği ve adaletin yeniden tesis edildiği bir düzen tesis edilmeli.

Anlaşmayı bu çerçevede değerlendirdiğimizde bazı temel zafiyetler göze çarpıyor. Öncelikle, uygulama, denetim ve yaptırım mekanizmaları açık biçimde tanımlanmadığı için bu anlaşmanın sahada ihlal edilme riski yüksek. Ne bağımsız bir izleme organı öngörülmüş ne de yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda devreye girecek yaptırımlar belirlenmiş.

Sahadaki asli taraflar yani İsrail ve Hamas bu anlaşmanın doğrudan imzacısı değil. Bu kopukluk, ateşkesin sahada uygulanabilirliğini ciddi biçimde sınırlandırıyor. Kalıcı barış, ancak çatışmanın fiili aktörleri sürece sahip çıktığında mümkündür; başka tarafların tehdit veya baskısıyla değil.

İnsani erişim ve yeniden inşa başlıklarında ciddi belirsizlikler var. Anlaşmanın hemen ardından İsrail’in yardım konvoylarını kısıtlaması endişe verici bir tablo.

Filistin Yönetimi’nin rolü, Gazze’nin yeniden idaresinin kim tarafından yürütüleceği ve Birleşmiş Milletler ile Avrupa Birliği gibi kurumların gözetim yetkileri net biçimde tanımlanmamış. Bu kurumsal boşluk, uzun vadeli istikrarın önünde ciddi bir engel teşkil ediyor.

Filistin’de barış, insanların yeniden evlerine dönebilmesi, çocukların okullarına gidebilmesi ve temel yaşam koşullarının sağlanmasıyla anlam kazanır. Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının tanındığı, iki devletli çözüm temelinde adil ve kalıcı bir barış süreci, yalnızca Gazze’de değil, Batı Şeria ve Kudüs’te de güvenlik ve adaletin yeniden tesis edilmesiyle mümkün olacaktır.

Türkiye’nin oynadığı rol sadece ateşkesin sağlanmasında ve esir takasında Hamas’ın ikna edilmesiyle sınırlı kalmamalıdır. Ülkemiz, kalıcı ve adil bir barış için iki devletli çözüm için ağırlığını koyan bir bölgesel aktör olmalıdır.

- Mısır’daki anlaşma töreni sırasında kameralara yansıyan liderlerin fotoğrafı ile yaşanan acı arasında bir kopukluk da gören-yorumlayan çok oldu. Sizin görüşünüz nedir?

Şarm el-Şeyh’te imzalanan anlaşmanın ardından paylaşılan fotoğrafları ve liderlerin gülüp şakalaştığı, henüz tahsis edilmemiş bir “Kalıcı Barış ve Refah” sloganı önündeki kareleri, Gazze’de yaşanan insanlık trajedisi hakkında hiç kimse hesap vermemişken, kalıcı barışa dair henüz inandırıcı bir perspektif yokken, neşeyle verilen pozları çok hazin buldum. Çünkü o karelerin arkasında, hâlâ enkaz altından sevdiklerinin cesetlerini ve eşyalarını çıkaran aileler, güvenli bir sığınak arayan çocuklar ve temel ihtiyaçlara erişemeyen yüzbinlerce insan var. Bu gerçek, fotoğrafların verdiği iyimserlikten çok daha derin bir sorumluluk duygusunu beraberinde getiriyor.

Bu buluşmanın, 70 bin canın katledildiği ve yüzbinlerce insanın çaresizce, umutsuzca yerinden edildiği ve her gün açlıkla sınandığı bir tabloda, böylesine neşeyle ve bir festival edasıyla gerçekleşmesi insanlık adına hazindir.

Bir fotoğraf, ancak temsil ettiği değerler kadar anlamlıdır. Liderlerin sahnedeki gülümsemeleri, ancak sahadaki acıların dindiği, adaletin yeniden tesis edildiği gün hak ettiği karşılığı bulacaktır. O güne kadar, boş bir zafer, hatta daha kötüsü, duyarsızlık ve umursamazlık olarak yorumlanacaktır.

Gazzelilerin yüzü gülmeden, hiçbirimizin yüzü gülemeyecektir. Yüce Allah, hâlâ ölmekte ve zulüm görmekte olan Gazzeli kardeşlerimizle olsun.

- Nobel Barış Ödülü ardından sosyal medya hesabınızdan, Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi Venezuela’da Marina Corina Machado’yu ‘en içten duygularla’ kutladığınıza dair bir paylaşım yaptınız. 3,5 milyon görüntülenme, 3 binin üzerinde yorum aldı paylaşımınız. Machado’nun ‘kendi ülkesine yabancı müdahale çağrısından’ meşruiyetini Trump’dan alışına, İsrail’e Venezuela’da hareket çağrısına’ yaptığı paylaşımlar ve duruşu ile biliniyor. Eminim size kadar ulaşan tepkilere rağmen X’teki paylaşımınız duruyor. Machado’yu bu durumu bilmeden de kutladınız, paylaşımı silmeyi düşünüyor musunuz?

Murat Bey, öncelikle bir hususu çok açık ve net ifade edeyim. Ben yıllardır Filistin halkının haklı davasının yanında durdum. Bu ülkede yetişmiş her bir has Anadolu evladının söz konusu Filistin olduğunda hissettiği neyse benimki de odur. Cezaevinde bulunduğum şu günlerde dahi kalbim ve ruhum Gazze’de her gün açlıkla, baskıyla, katliamla sınanan masumlarla birliktedir. Filistin’in tüm dünyaca tanındığı, haklarına saygı duyulan bir millet olması için neler yapabileceğimize ilişkin çalışmalarımızı hiç durdurmadık. Hem kendi coğrafyamızda hem de Müslüman coğrafyasında huzurun hâkim olması değişmeyen gündemimiz. Bu sebeple her şeyden önce yaptığım paylaşımı, art niyetle ve özellikle Filistin meselesi üzerinden konuşanlar, bizim geçmişten beri nerede durduğumuza baksınlar.

Benim Nobel Barış Ödülü’yle ilgili paylaşımım, bir kişiyi değil bir ilkeyi, demokrasiyi, özgürlüğü ve halk iradesini selamlayan bir dayanışma mesajıdır. Norveç Nobel Komitesi, “diktatörlüklerin gölgesinde bile demokrasiye inananlara” ithaf etti bu ödülü. Ben de bu açıklamaya, bu evrensel demokrasi çağrısına yanıt verdim.

Ne yazık ki bu tebrik yapılırken ne kendisinin Filistin ile alakalı fikirlerinden ne de ödülü ABD Başkanı’na ithaf etmesinden haberdardım. Gördüğümde büyük bir hayal kırıklığına da uğradım. Niyetim çok açık olmakla birlikte bu konuda incittiğim, üzdüğüm bir kardeşimiz bile varsa, bundan büyük bir üzüntü duyduğumu bu vesileyle ifade etmek isterim. Ancak bu durumu fırsat bilip bizi dış müdahalelerden medet ummakla suçlama cüreti gösterenlere de iki çift lafım var:

Bizim demokrasi ve adalet mücadelemizin dayandığı yegâne irade mercii ve beklentimizin olacağı makam aziz Türk milletidir. Milletten başka bir adresimiz olmaz, olamaz!

Dış müdahaleler yalnızca topla tüfekle ya da ultimatomlarla yapılmaz. Bir ülkenin bağımsız karar alamadığı her durum da dış müdahaledir. Bugün, okyanus ötesinden meşruiyet bekleyenlerin akıl almaz tavizler verdiği, daha pahalı doğalgaz anlaşmalarına imza attığı ve ülkemizin nadir elementlerini ham halde yok pahasına başka ülkelere pazarlamayı planladığı bir tabloyla karşı karşıyayız.

Bir telefonla tutukluyu serbest bırakan, bir telefonla kendi ülkesinde katledilen gazetecinin dosyasını muhtemel faile teslim eden, dün söylediklerini bugün yutanların en azından biraz haya edip susmasını beklemek hakkımızdır.

Bizim dış müdahalelerden medet umduğumuzu iddia edenler, önce kendilerinin yurt dışından “meşruiyet” arayışlarını ve başka ülkelere kapı arkasından verdikleri tavizleri açıklasınlar.

- MHP lideri Devlet Bahçeli, yeni dönemde yapması beklenen "Alevi açılımı" çıkışını yaptı, "Cemevlerinin ibadethane olması engeli kalkmalıdır" diye konuştu. Bu çıkışı iki açıdan değerlendirir misiniz ? Maraş ve Çorum ile yüzleşmeden bu çağrı anlamlı mı? Kürt ve Alevi açılımı ile devletin yeni bir rejim inşası için adım mı attığını yoksa gündemi değiştirmek yeni anayasa için farklı bir duruş mu göstermek istediğini düşünüyorsunuz?

Maraş’la, Çorum’la, Gazi Mahallesiyle, Sivas’la, Alevileri ve diğer vatandaşlarımızı hedef alan bütün saldırılarla, bütün katliamlarla yüzleşmemiz gerekir. Hem sorumluların hesap vermesini sağlamak hem de bir daha tekrar etmesini önlemek için. Hesabı sorulmayan, hesabı verilmeyen suç, katliam illaki tekrar eder.

Öte yandan, Alevi vatandaşlarımızın eşit vatandaşlıkla ilgili bütün taleplerinin karşılanması gereğine inanan bir siyasetçi olarak Alevilerin taleplerinin karşılanmasına dönük her girişime de nereden, kimden geldiğine bakmaksızın destek olurum. Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gerektiğini senelerdir söylüyoruz. Bu temel talebin karşısında duran senelerdir mevcut iktidarın zihniyeti oldu. Benim açımdan konu net: Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması da gerekir, Alevilere dönük bütün ayrımcı söylem ve uygulamalara son verilmesi de...

Cemevleri, Alevi vatandaşlarımızın ibadethanesidir, nokta.

Bu süreci başlatmaları çok geç kalınmış ve hiç tartışılmaması gereken bir konudur. Bu sebeple acilen tamamlanmasını ve Alevilerin inanç haklarına bütünüyle kavuşmasını dilerim. İBB’de 31 Mart 2024 sonrası meclis çoğunluğunu sağladığımızda cemevlerinin ibadethane statüsünü elde ederek hizmet almalarını sağlayacakları bir meclis kararının sadece CHP grubunun oylarıyla kabul edilmesini ve karar metnini incelemelerini öneriyorum!

Ama şunda haklısınız. Alevi açılımı tıpkı bir senedir yürütülen süreç gibi durup dururken gündeme gelmedi. İktidar bir anda demokrat olmaya karar verip, vatandaşlarımızın haklı taleplerini karşılayalım demeye başlamadılar. Bölgemizde büyük bir jeopolitik dönüşüm yaşanıyor ve iktidar ortakları hem bu dönüşüme karşı kendilerince tedbir almaya çalışıyor hem de bu dönüşümü kurdukları otoriter rejimi pekiştirmek için bir fırsat olarak kullanmaya çalışıyor. Kürtlere, Alevilere bir kısım hak lütfedip karşılığında vatandaşları otoriter rejim karşısında pasifize etmeyi amaçlıyorlar.

Eşit vatandaşlığa, toplumsal barışa inandıklarından değil, dünyanın ve bölgenin değişen şartlarında iktidar gemisini yüzdürmenin, otoriter rejimlerini devam ettirmenin derdinde oldukları için kendilerince böyle açılımlar yapıyorlar. Derdi eşit vatandaşlık, derdi toplumsal barış olan bir iktidar olsaydı, bunca suçsuz günahsız insan, genç, kadın, çocuk, gazeteci, siyasetçi, aktivist, köylü, sendikacı cezaevinde olur muydu? Çeteler, mafya, vurguncular, hırsızlar itibar görüp, serbestçe dışarıda gezerken bunca suçsuz insan hapsedilir miydi? İnsanlar ağzını açmaya korkar hale gelir miydi? Derdi eşit vatandaşlık, derdi toplumsal barış olan bir iktidar olsaydı ülkenin birinci partisi yargı yoluyla felç edilmeye çalışılır mıydı? Yok, bunların derdi dediğim gibi eşitlik, hak hukuk değil, lütuf yoluyla iktidarda kalmak. Akıllarınca Kürt ve Alevi vatandaşlarımıza “bakın bir şeyler yapıyoruz” demek istiyorlar. Sormazlar mı, bunca sene neredeydiniz? Sormazlar mı, peki adalet, peki ekonomi, peki kiralar, peki çarşı pazar fiyatları, peki okula aç giden çocuklar? Hükümetin bunları çözecek kabiliyeti ve bu sistemle başarılı olacak bir yolu olmadığı nettir. Tek çaremiz seçim, sandık ve bu iktidarın değişmesidir.

Kaynak: T24