DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, T24’ten Murat Sabuncu’ya yaptığı açıklamalarda, Türkiye’de ‘barış ve demokrasi süreci’ tartışmalarına ve bu bağlamda CHP ile olan ilişkilere dair görüşlerini paylaştı. Bakırhan, partisinin barış ve demokrasi temelinde CHP ile iş birliğine açık olduğunu belirtirken, sürecin gidişatına dair belirsizliklerin toplumsal gerilimi artırdığı uyarısında bulundu.
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Edirne’de Selahattin Demirtaş’ı ve Kandıra’da Figen Yüksekdağ’ı ziyaretinin ardından, sürece ve siyasi gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Bakırhan, Türkiye’de barış süreci tartışmasının gündemde olduğunu ancak bu sürecin çerçevesinin belirsizliğini koruduğunu belirterek, “İktidarın suskunluğu ve sürece dair belirsiz tavrı, toplumdaki gerilimi artırıyor” dedi. Bu boşluğun söylentiler ve provokasyon girişimleriyle dolabileceğini ifade eden Bakırhan, sürecin şeffaflık içinde yürütülmesi gerektiğini vurguladı.
Abdullah Öcalan’ın Kürt siyasetindeki konumuna da değinen Bakırhan, kendisinin sadece Türkiye'de değil, bölge genelinde de siyasi bir referans noktası olduğunu söyledi.
CHP ile DEM Parti arasındaki ilişkilere yönelik tartışmalara da değinen Bakırhan, bu ilişkinin fotoğraf kareleriyle değil, demokrasi, adalet ve barış gibi temel ilkelerle yürütülmesi gerektiğini ifade etti. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in sürece yönelik tutumunu olumlu bulduklarını belirten Bakırhan, “Bu dönemde CHP, sadece destekleyici pozisyonda değil, oyun kurucu bir pozisyonda olmalıdır” değerlendirmesinde bulundu.
Bakırhan, barış sürecinin toplumsallaşabilmesi için hem AK Parti hem de CHP tabanının sürece dâhil olması gerektiğini belirtti. CHP’nin düzenlediği mitingleri hatırlatan Bakırhan, bu mitinglerin barış temasıyla da genişletilebileceğini söyledi.
Suriye’de Demokratik Suriye Güçleri (SDG) ile merkezi yönetim arasında yürütülen görüşmelere ve Türkiye’deki bazı söylem ve eylemlere de atıf yapan Bakırhan, toplumda rahatsızlık yaratan bazı dil ve sembollerin süreci gölgelememesi gerektiğini ifade etti.
Son olarak, tutuklu eski eş genel başkan Selahattin Demirtaş’a da değinen Bakırhan, “DEM Parti sürecin neresindeyse, Demirtaş da oradadır” ifadesini kullandı.
Sabuncu'nun Bakırhan'a yönelttiği sorular ve cevaplar ise şu şekilde:
- MHP Genel Başkanı Bahçeli sürecin sonuçlanması noktasında daha aktif gözükürken Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan mesafeli davranıyor. Bu ayrımın sebebini nasıl değerlendiriyorsunuz?
MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli ile Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan arasında bir renk farkından çok, bir ton farkı var. Elbette bu ton farkının birçok nedeni var. MHP, bu süreçte atılması gereken adımları daha kalın harflerle ifade ediyor. AK Parti ise daha genel çerçevede kalıyor.
- Abdullah Öcalan silahların bırakılması noktasında PKK’ye yaptığı çağrıyla bir yol açtı. Çatışmasızlık, silahların bırakılması noktasında önemli bir adımdı. Kendisi Meclis komisyonu ile görüşmek istiyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuya partiler pek sıcak yaklaşmıyor. Böyle bir görüşme gerçekleşmezse süreçte tıkanma mı olur?
Öcalan’ın attığı adım tarihi bir fırsattır. Silahların bırakılması çağrısıyla açtığı yol, barışın kapısını aralamıştır. Şimdi Meclis komisyonu ile görüşme talebi karşısında bazı partilerin çekimser kalması, karşı çıkması, tarihi bir sorumluluğu yerine getirmeme anlamına gelir.
Bakınız, 27 Şubat’ta Öcalan’ın kullandığı dil, son derece özenli ve bilinçlidir. Dikkat edin: Bir emir kipi yok. “Silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyasetin ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” ifadesi, aslında karşılıklı bir süreci tanımlıyor. Bu bir koşullu cümle, bir gereklilik bildirimi. Öcalan komisyonla görüşme talebini de aynı şekilde bir gereklilik olarak ortaya koyuyor. Yani mesaj çok net: Süreç tek taraflı değil, karşılıklıdır. Dolayısıyla mesele “süreç tıkanır mı” sorusundan çok daha ciddidir. Asıl sorun, bir gerekliliğin yerine getirilmemesinin yaratacağı olumsuz tablodur. Öcalan, bulunduğu koşulların tüm imkansızlıklarına rağmen, her tıkanıklıkta rol oynayan, her aşamada adım atan ve attıran bir pozisyona sahiptir. Böylesine pozitif bir role sahip, süreci ilerletme kapasitesi kanıtlanmış bir aktörün komisyonla görüşme talebi, bazı çevreleri bu kadar germemeli.
Bu görüşme bir taviz değil, rasyonel bir siyasettir. Bir zafiyet değil, devlet aklının gereğidir.
- Öcalan’ın DEM Parti ile ilgili yeni bir siyasi yol haritası-manifesto yazdığı, aktif günlük siyaset üzerinde de etkili olmak istediğine dair haberler var. Hatta İmralı Heyeti dışında da Ada’ya giden isimlerle bu konuda görüş alışverişi yaptığına dair kulisler de… Öcalan önümüzdeki süreçte Kürt siyasi hareketinin ana aktörü mü olacak?
Soru, cevabını da içeriyor kanımca. Şöyle ki, Sayın Öcalan’ın Kürt siyasi hareketinin "ana aktörü olup olmayacağı" geleceğe dair bir soru değil, siyasi tarihin ve bugünkü sosyolojinin nesnel bir tespitidir. Kendisi, sadece Türkiye'de değil, dört bir taraftaki Kürtler nezdinde de siyasi ve ideolojik referans merkezi olan ender aktörlerden biridir. Bu bakımdan varlık olarak zaten siyasetin merkezinde yer alan birinin, arzu olarak orada olup olmayacağını tartışamayız diye düşünüyorum.
Güncel tartışmalara gelirsek; kamuoyuna yansıyan türden somut bir manifesto taslağı ya da partimiz DEM Parti'ye iletilmiş resmi bir yol haritası mevcut değildir. Demokratik Toplum ve Barış sürecinin kendisi DEM’in durumundan öncelikli olduğu da ortadadır. Fakat kendisinin DEM’e dair söz kurması bir anomali değildir. En ağır tecrit koşullarda bile, siyasi ve kurucu bir aktör olarak, eleştirilerinin, önerilerinin olması, siyasetin doğası gereğidir ve son derece meşrudur. Her fırsatta da önerileri ve eleştirilerini yaptı. Sadece DEM değil, tüm Türkiye siyasetine dönük bunu yaptı. Bu katkılar, partimiz tarafından her zaman dikkatle ve ciddiyetle ele alınır. Çünkü Sayın Öcalan’ın rolü, günlük siyasetin gelgitlerine değil, stratejik aklın ve barış arayışının kalıcılığına dairdir. Türkiye siyaseti ve geleceği için de büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Çünkü öngörüleri, analizleri son derece yapıcı ve yol açıcıdır.
- Öcalan ile ilgili kimisi anketlere de yansıyan kamuoyunun önemli bir kısmında olan tepkiyi nasıl yönetmeyi düşünüyorsunuz? Meclis grup toplantısında atılan sloganlardan Diyarbakır’daki özgürlük yürüyüşünde ortaya çıkan fotoğraflara. Ve buna yönelik tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
İlk olarak şunu çok net ortaya koymalıyız: Bizim sözümüz barış, yöntemimiz demokratik siyasettir. Bu sadece bir slogan değil, siyasetimizin özüdür. Yönümüz ve hedefimiz demokratik çözüm ve onurlu barıştır. Gelen tepkileri iki kategoride değerlendirmek gerekiyor:
Birinci kategori: Süreç karşıtlarından gelen tepkiler. DEM Parti dünya yuvarlaktır dese, bunlar "hayır dünya karedir!" diyecek insanlar. Ağzımızdan çıkan her söze, her adımımıza öfke ve hakaretle karşılık veriyorlar. Neden? Çünkü imtiyazlarını kaybetmekten korkuyorlar. Çatışmadan beslenen, barıştan rahatsız olan bir kesimle muhatap olduğumuzu biliyoruz.
İkinci kategori: İyi niyetli eleştiriler. Ama bunun dışında, sürecin gerçekten selametle ilerlemesini isteyen, Türkiye'nin prangalarından kurtulmasını arzulayan çok geniş bir kesim var. Bu kesimlerin kaygılarını, hassasiyetlerini, eleştirilerini anlamaya çalışıyoruz. Varsa eksikliklerimiz, elbette gidereceğiz.
Her zaman iğneyi başkalarına, mızrağı kendimize çeviriyoruz. Birçok kesimden gelen dostane eleştirileri dikkate aldığımızı içtenlikle ifade etmek isterim. Dilimize ve siyasetimize dönük eleştirilere açığız. Yapıcı ve geliştirici eleştirilerin gereğini de yaparız. Tek ricamız: Niyet okuma siyasetine kapılmayalım, çünkü bu gerilimi büyütür.
Yüz yıllık bir meseleyi çözmeye çalışıyoruz. Son 50 yıllık çatışmalı sürecin yarattığı siyasi ve toplumsal kutuplaşma, ödenen ağır bedeller nedeniyle hem Kürtlerde hem Türk kamuoyunda hassasiyetler yüksek. Unutmayalım ki, 50 yıldır çözemediğimiz bir sorunun yarattığı semptomlarla uğraşıyoruz. Siyaset kurumu bu meseledeki sorumluluğunu görmelidir.
Dolayısıyla hepimiz dikkat etmeliyiz. Belki de öncelikle bütün siyasi partiler kafalarındaki silahı bir kenara bırakmalı, eskinin alışkanlıkları ve ön yargılarını rafa kaldırmalı. Çünkü siyaset kurumunun görevi çatışma zemininin ateşini düşürmek ve çözümü kolaylaştırmak olmalı.
Dolayısıyla herkesin bu hassasiyetleri gören bir yerden söz kurması, adım atması hayati öneme sahip. Emin olun, süreç başladığından bu yana ağzımızdan çıkan her söz tartıldıktan sonra çıkıyor. Böylesi süreçlerde bütün taraflar hatalar yapabilir, eksiklikler olabilir. Ama önemli olan, bu siyasi ve toplumsal türbülanslarda rotayı kaybetmemek, direksiyonu sıkı tutmaktır.
Bu vesileyle şunu da görmek gerekiyor: İktidarın suskunluğu ve sürece dair belirsiz tavrı, toplumdaki gerilimi artırıyor. Çözüm sürecine dair çerçeve konuşulmadıkça, boşluğu söylentiler ve provokasyon girişimleri dolduruyor. Bunu görelim, buna önlem alalım.
İkinci önemli nokta: İşin özünde Kürt meselesini tartışıyoruz. Bu durumları ilk defa yaşamıyoruz. Yeni bir dile, yeni bir duruma hepimizin ihtiyacı olduğu açık. DEM Parti olarak aynı yerdeyiz, çözüm ve barış için daha fazla kararlıyız. Konuşalım, müzakere edelim, çözümü kurumsallaştıralım.
Ne biz ne de başka siyasi parti ve aktörler özensiz olma hakkına sahip değiliz. 86 milyonun geleceğini ilgilendiren bir meseleye çözüm arıyoruz. Tüm partiler ve siyasi liderler: Çözüm sürecine daha güçlü sahip çıkmalı, itidalli olmalı, barışçı dille konuşmalı, toplumsal yaralara tuz basmamalı.
- Meclis sosyal medya hesaplarından Kürtçe paylaşımın ardından ortaya çıkan kimi itirazlar oldu. Ana dilin hala tartışma konusu olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kürtçe ve bu ülkede konuşulan her dil 86 milyonun zenginliğidir. ‘Kürt kardeşimizdir’ demekle kardeş olunmuyor. Önemli olan Kürdün diline, kimliğine ve varlığına gösterilen saygı ve tahammüldür. ‘Kürt Cumhurbaşkanı oluyor, Kürt milletvekili oluyor’ daha ne istiyorsunuz diye soruyorlar. Sevgili Sırrı Süreyya’yı anarak ondan anlatalım. Doğru, Kürt her şey olabiliyor. Ama bir tek Kürt olamıyor.
Ahmet Arif’in dediği gibi ‘uzay çağında bir ayağımız’ maalesef bazı çevrelerin diğer ayağı ise halen inkar çağında. Tepkiler üzüyor, öfkelendiriyor. Ama bu ayıp daha fazla sürmemeli.
Hangi çağda yaşıyoruz ki, bir anadil bu kadar tepki çekiyor? Kürtçe konuşmak, yazmak suç değil, haktır. Anadil lütuf değil, temel insanlık hakkıdır. Kürtçe paylaşım bir provokasyon değil gecikmiş bir adımın atılmasıdır.
Yıllardır “Kürtçe ülkeyi böler” gibi kara propagandalarla toplumu bölenler de bilmelidir ki, Meclis’in sosyal medya hesabından Kürtçe tvit atılması ülkeyi bölmedi aksine birlikte yaşam umudunu güçlendirdi.
- 1 Ekim’de Meclis açılışında çekilen ve hala tartışılan fotoğraf konusuyla ilgili DEM ile CHP’nin kısmen de olsa karşı karşıya geldiği bir durumu yarattığını söyleyebilir miyiz? Sizin ‘siz ne zaman Selahattinci, Figenci oldunuz?’ sorunuz, dün Ekrem İmamoğlu’nun T24’te yayınlanan söyleşisinde ‘biz yeni değil, yıllardır Sayın Demirtaş ve Sayın Yüksekdağ’ın özgür kalması gerektiğini ifade ediyoruz’ demesi. Aynı söyleşide İmamoğlu’nun kimi CHP’lilerin DEM Parti’ye tepkilerine ’19 Mart sürecinde DEM Parti başından beri bize yapılan hukuksuzlulara destek veriyor’ diye karşı çıkışını da hatırlatarak CHP sorumu sormak istiyorum.
Bir siyasetçi olarak siyaseti, anlık görüntülerin değil stratejik aklın alanı olarak okumayı tercih ederim. Tüm samimiyetimle ifade edebilirim, 1 Ekim'deki o fotoğraf karesi üzerinden DEM Parti ile CHP arasında bir karşıtlık yaratma ihtimali bulunmamaktadır.
Elbette, o gün ortaya çıkan görüntülere dair tabanımızda ve bazı temsilcilerimizde eleştiriler ve insani tepkiler oluşmuştur. Bu anlaşılırdır. Bu eleştiri ve tepkileri üstümüze aldık. Fakat 1 Ekim’in bütününü bir fotoğraf karesine hapsetmek ve oradan kategorik sonuçlar çıkarmak, aceleci ve eksik bir yaklaşımdır. Bu tepkiler, yıllardır süren baskıların, adaletsizliklerin ve yaratılan güvensizlik ikliminin birikimiyle de okunmalıdır dedik. Ancak bu durumu, iki partiyi kalıcı olarak "karşı karşıya getiren" bir kriz olarak okumak hem siyasetin doğasını aykırıdır hem de Türkiye'nin içinde bulunduğu koşulları ıskalamak olur.
Siz de açtınız, asıl önemli olan, bu yüzeysel tartışmaların ötesindeki stratejik ve gerçekçi bağdır. Sayın İmamoğlu’nun size verdiği demeçteki iki vurgu bu açıdan son derece kıymetlidir. Birincisi, Sayın Demirtaş ve Sayın Yüksekdağ’ın özgürlüğünü uzun süredir savunduklarını belirtmesi, aradaki ilkesel duruşun altını çizer. İkincisi ve daha önemlisi, 19 Mart yargı operasyonları sürecinde partimizin sergilediği demokratik dayanışmaya yaptığı atıftır. Bu, aramızdaki ilişkinin anlık polemiklerle değil, hukuksuzluklara ve baskı rejimine karşı ortak bir duruşla şekillendiğinin en net kanıtıdır. Bizim CHP ile olan ilişkimiz, fotoğraf karelerine ya da kişisel tepkilere değil; demokrasi, adalet ve barış gibi temel ilkelere ve bu ilkeleri hayata geçirme mecburiyetine dayanır. Asıl gündem budur ve bu gündemin ciddiyeti, anlık tartışmalarla gölgelenemeyecek kadar büyüktür.
- 1 Ekim’den bu yana İYİ Parti ve Zafer Partisi başta olmak üzere sürece karşı çıkan birçok siyasi ve medya çevresinden yoğun eleştiriler alıyorsunuz. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu tepkilerin sebebi nedir?
Planlı ve çok aktörlü bir stratejinin parçası olarak barış ihtimalini boğmaya çalışan bir anlayış ile karşı karşıyayız. Her gelişmeye “süreci nasıl baltalarım” sorusu eşliğinde bakan bir anlayış var. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz şey münferit tepkiler değil, organize bir sabotaj operasyonudur.
Bu bir tesadüf mü? Hayır. Farklı parti-trol ağlarının eşzamanlı, koordineli hareketi bize ortak bir akıl ve ortak bir amacın varlığını gösteriyor. Amaçları çok net: Barış umudunu başlamadan bitirmek, DEM Parti'yi savunma pozisyonuna hapsetmek, Kürt düşmanlığından siyasi sermaye devşirmek, toplumu kutuplaştırarak kendi varlıklarını sürdürmek.
Çünkü bu kesimlerin siyaseti gerçek sorunlara çözüm üretmekten değil, düşmanlık üretmekten besleniyor. Ekonomik kriz, adalet arayışı, eğitim sorunları… Hiçbirine çözümleri yok. Bu yüzden her gerilim anı onların "siyasi oksijeni" haline geliyor.
Oyunları da çok açık; yaşanan şeyler üzerinden bizi refleksif tepkiye zorlamak, sonra bu tepkiyi "bakın uzlaşamıyorlar" diye topluma sunmak istiyorlar. Hedef, sürecin meşruiyetini ve aktörlerini itibarsızlaştırmak.
Stratejileri de şu: Bitmeyen suçlamalarla DEM'i gündemsiz bırakmak, enerjisini polemiklerle tüketmek. Barışı "riskli, tehlikeli" göstererek DEM'i toplumdan ve demokratik kamuoyundan izole etmek. Ama şunu bilsinler: Biz bu oyuna gelmeyeceğiz. Rotamız barış, pusulamız demokratik siyasettir.
- CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in de barış arayışlarını günlük siyasetin üstünde tuttuğunu düşünüyor musunuz?
Böylesi tarihi bir dönemde CHP Genel Başkanlığında Sayın Özgür Özel’in bulunması büyük şanstır. Kürt meselesinin çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgili duruşu genel anlamda hep olumluydu. CHP’ye yargı operasyonları çekilirken bile barış umutlarını korumaya çalışarak sürecin buraya gelmesine önemli katkı sağladı.
Fakat artık sürecin ikinci aşamasındayız. Negatif barış süreci başarıyla sonlandı. Şimdi yasal değişikliklerin yapılacağı, demokratikleşmenin ivme kazanacağı, hakların ve hukukun tesis ve tahkim edilmesi gereken dönemdeyiz. Bu dönemde CHP, sadece destekleyici pozisyonunda değil, oyun kurucu bir pozisyonda olması gerekir.
- Oyun kurucu pozisyondan kastınız nedir?
CHP, Kürt meselesinin demokratik çözümü için siyasi iklimi güçlendirecek cesur çıkışlar ve çözümü getirecek öneriler geliştirebilir. Sürecin ikinci aşamasına geçtik. Artık yasal düzenlemeleri ve demokratikleşmeyi konuşmaya başlıyoruz. Bu aşamada CHP, demokrasi perspektifini ortaya koyarak hem çözüme hizmet edebilir hem de genel demokratikleşme yaklaşımını gösterebilir. Böylece oyun kurucu rolünü gerçekleştirebilir. Sayın Özgür Özel sürecin ilk zamanlarında “Kürtlere devlet vaat ediyoruz” tarzında bir söz söylemişti. Kimi art niyetli çevreler bu açıklamayı çarpıtsa da önemli bir açıklamaydı. Bu açıklama Kürtlerin demokratik bir devlet içinde hukukunun tanınması, eşit yurttaşlığın herkes için tesis edilmesi anlamına geliyordu. Kürtler bir hukuka kavuşmak istiyor. Nasıl bir hukuk olacağı konusunda CHP’nin ortaya koyacağı perspektif çok önemli. Türkiye’nin yüz yıllık geleceğini inşa etmek istediğimiz bir dönemde Cumhuriyet Halk Partisi, bu demokratik inşanın önemli aktörlerinden biri olarak oyun kurucu rolünü oynarsa sadece Kürtler veya CHP değil, 86 milyon kazanır. Ortadoğu için önemli sonuçlar doğurur.
- Pazar günü, 4 Kasım’da, hapiste dokuzuncu yılları tamamlanacak HDP eski eş başkanları Selahattin Demirtaş’ı Edirne’de ve Figen Yüksekdağ’ı Kandıra’da ziyaret ettiniz. Ziyaret çıkışı şöyle bir cümle kurdunuz: "Bizimle birlikte bu barışı toplumsallaştırmak için bir an önce bırakılmaları gerektiğini tekrar ediyorum." Sorum şu: Barışın toplumsallaşması noktasında bir sıkıntı var mı?
Kime mikrofon uzatırsanız, hangi yurttaşın kapısını çalsanız barıştan yana olduğunu açıkça ifade eder. Ama barışmayı ülkenin bölünmesi olarak sunan bir siyasi iklim ya da akıl doğal olarak toplumu da tedirgin ediyor. Barış konusunda siyaset kurumu kararlı olursa emin olun toplum en güçlü desteği verir. Anketlere göre sürece destek azımsanmayacak düzeyde. Ama önemli olan barışın sahiplenilmesi ve toplumsallaşması. Bu yönüyle evet bir eksiklik var.
Barış sadece DEM Partinin meselesi olmamalı. Bütün partiler bu konuda daha çok sorumluluk almalı. MHP’nin katkısı çok önemli. CHP bütün baskılara rağmen pozitif bir yerde duruyor olması kıymetli. Malum birkaç parti dışında herkes süreci destekliyor. Ama sahiplenme konusunda yetersizlik var. AK Parti ve CHP tabanının içinde olmadığı bir barış toplumsallaşamaz. AK Parti siyasi kararlılığını arttırarak süreci toplumsallaştırmalı, CHP de güçlü bir çözüm projesini ortaya koyarak sürece sahip çıkmalı. CHP, kayyımlara ve baskılara karşı büyük mitingler düzenliyor. Bu mitinglerle ortaya koyduğu tepkilerde haklılar. Her hafta on binlerce kişiyi bir araya getiren CHP barış mitingleri düzenleyerek sürece güçlü destek sunabilir. Diğer yandan bu ifadeyi cezaevi çıkışında kullanmamızın da bir anlamı var. Elbette Sevgili Demirtaş dışarıda olursa tabii ki barışa olan güven de artar, toplumsallaşmaya da büyük katkı sunar. Sevgili Figen Yüksekdağ her görüşmede bize barışa dört elle daha fazla sarılmamızı istiyor. Şimdi Figen Yüksekdağ dışarıda olursa tabii ki barışın halkasını daha da büyütecek.
- Demirtaş bu sürecin neresinde yer alıyor sizce?
Sorunuza doğrudan cevap vermek gerekirse; net bir şekilde “DEM Parti sürecin neresinde ise sevgili Demirtaş da orasındadır. Ne bir adım önünde ne bir santim gerisindedir” diyorum.
Bu soruyu birkaç açıdan kısmen hatalı ve eksik bulduğumu da ifade etmek isterim.
Demirtaş’ın ne düşündüğünü, sürecin neresinde durduğunu, güncel gelişmelere dair analizlerinin ne olduğunu gerçekten merak edenler varsa, bunun tek bir yolu hukukun işlemesi, AİHM kararlarının uygulanması ve kendisinin tahliye edilmesidir. O zaman Demirtaş da özgürce konuşacak ve toplum cevaplarını dinleyecek. Bu yapılmadığı sürece, onun adına konuşmak ya da pozisyon atfetmek, en iyi ihtimalle bir spekülasyon, en kötü ihtimalle ise o iradeye yönelik eksik ve yanlış tutum olur.
- İktidarın çözüm arayışlarını ; Erdoğan’ın bir dönem daha iktidarını sürdürmek aynı zamanda bir anayasa değişikliğine zemin hazırlamak için taktik bir hamle görenler var. İktidarın amacının barışı getirmek olduğu konusunda emin misiniz ?
Siyaset niyet okuma üzerinden yapılamaz. Niyet üzerinden siyaset yapacaksak ne AK Parti, ne MHP, ne DEM Parti ne de başka hiçbir siyasi parti tek bir adım bile atamaz.
Sayın Erdoğan’ın ve partisinin kendilerine ait bir ajandası olabilir mi? Elbette olabilir. İktidarlar, her zaman süreçleri kendilerine taraf yontmak isteyebilirler. İktidar olmanın pratiği böyledir. Ama burada iş kime yarayacak sorusu, doğru kurulmuş bir soru olarak kabul edilse bile, sorunun cevabı tüm Türkiye halklarıdır. Öte yandan kim barışa sahip çıkarsa kazanır, Türkiye’ye de kazandırır.
Öte yandan dönüşümün her zaman iktidarların belirleyiciliğinde oluştuğu ve demokratik güçlerin sadece tepki oluşturabildiği varsayımını hatalı buluyorum. Türkiye’de konuştuğumuz barış görüşmelerini mücadelenin ürettiği olgudan bağımsız görebilir miyiz? Siyaset bir olanak üretme sanatıdır. Muhalefet de demokrasi güçleri de meseleye böyle bakarsa yol alırız.
- Bu sürecin pozitif barışa evrilerek tamamlanma olasılığını nasıl görüyorsunuz?
Siyaset ile kehanet arasında tarih boyunca hep bir yakınlık kurulmuştur. Fakat sürecin geleceğiyle ilgili bir kehanette bulunmaktan çok, pozitif barışa neden ihtiyacımız olduğunu anlatmak isterim. Sürecin pozitif barışa evrilerek tamamlanması dünyadaki ekonomi-politik ve sistemik dönüşüm, Ortadoğu’daki jeopolitik dönüşüm ve Türkiye’deki sosyo-politik dönüşüm katmanlarının üst üste bindiği bir tarihsel aralıkta olduğumuz için gereklidir. Yani, dünyadaki yeni nizamda daha güçlü yer almak istiyorsak, Ortadoğu’daki kaos aralığından zarar görmeden çıkmak istiyorsak, 86 milyona artık çatışma, ayrışma, kutuplaşma değil; barış, birliktelik ve refah sunmak istiyorsak pozitif barışı gerçekleştirmeliyiz.