AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında bir araya gelen AK Parti MYK gündemine ilişkin açıklamalarda bulundu.
Çelik’in açıklaması şöyle:
"Toplantının en başında, her zaman olduğu gibi, Genel Başkanımız ve Cumhurbaşkanımız MYK’mıza yönelik bir değerlendirme yaptı. Bu açılış konuşmasının girişinde, Bakanlar Kurulu’nun ilgili bakanlar tarafından bir şekilde takip edilmesi gerektiğini ifade etti. Aynı şekilde, sanal kumar gibi toplumumuzu çürüten ve yozlaştırmaya çalışan girişimlere yönelik olarak MHP’mizin de bu gündemi takip etmesi gerektiğini belirtti.
Tabii, bu bahis ve sanal kumar meselesi adeta bir pandemi halini almış durumda. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, maalesef ülkemiz de bundan etkileniyor. Hatta bazı aile facialarının ve intiharların arkasında bu tür yanlışlıkların bulunduğunu çeşitli şekillerde tespit ediyoruz.
Bununla ilgili bir eylem planımız var ve en güçlü şekilde mücadele edeceğiz. Hem siyaset kurumu olarak hem de hükümet ve kabine olarak yapılması gerekenlerin, Cumhurbaşkanımızın talimatları doğrultusunda hayata geçirilmesi için bir eylem planı hazırlanmıştı. Bundan sonrasında ise bunun daha yoğun ve sıkı bir şekilde takibi konusunda partimizdeki ilgili birimler gerekli çalışmaları yürütecek.
Özellikle sanal kumar ve bahis gibi meselelerde tavizsiz davranılması gerektiğinin altını çiziyoruz. Bu tür faaliyetler toplumumuza yönelik bir yozlaşma ve çürüme yayma girişimidir; hatta bir milli güvenlik problemi olarak değerlendirilmesi yerindedir. Aynı zamanda bir ahlak ve toplumsal güvenlik meselesidir, toplumun ve gelecek nesillerin geleceği açısından da ciddi bir tehdittir. Bugün cep telefonları ve çeşitli teknolojik imkânlarla bu tür içeriklere daha kolay erişilebilmesi, tehdidin büyüklüğünü artırmaktadır.
Bu nedenle, gerekli siyasi hassasiyetlerin ve stratejilerin en sert ve tavizsiz şekilde ortaya konulacağını ifade ediyoruz.
Ayrıca, 8 Aralık günü bölgemiz için son derece önemli bir gündür. Suriye Devrimi’nin, kardeş Suriye’nin Hürriyet Günü’nün yıl dönümüdür. Yıllarca Esad rejiminin katliamları altında inleyen Suriye halkı, 8 Aralık’ı özgürlük mücadelesinin sembol günlerinden biri olarak yaşamaktadır.
Suriye halkı, 8 Aralık günü hürriyetine kavuştu. Bu son bir yıl içinde birçok meydan okumaya ve provokasyona rağmen geleceğe yürüme konusundaki iradesini güçlü tutmaya çalışıyor. Türkiye ise meseleye yalnızca bir güvenlik konusu olarak yaklaşmadığını; Suriye’nin ekonomik istikrarına, okullarının yeniden yapılmasına kadar uzanan güçlü bir destek yaklaşımı ortaya koyduğunu gösterdi.
Bugün Cumhurbaşkanımız öğle saatlerinde yaptığı konuşmada, pek çok kişinin ölümden kaçarak ülkemize sığınmış kardeşlerimizi, Esad rejimi hâlâ iş başındayken, rejimin sözde bazı açıklamalarına dayanarak geri göndermeye çalışanların karşısında durduğunu ifade etti. Özellikle hatırlatmak isterim: 14–28 Mayıs seçimleri sürecinde, Cumhurbaşkanımızın karşısındaki aday bu misafirlerimizin gönderilmesi gerektiği yönünde kampanya yürütüyordu. Bazı anketçilerin de bu söylemin tuttuğunu ve Cumhurbaşkanımızın ‘Biz onları ölüme gönderemeyiz’ sözlerinin seçimlerde aleyhine olacağını iddia ettiklerini biliyoruz.
Seçim ikinci tura kaldığında, kritik süreçte Cumhurbaşkanımıza bu söyleminden vazgeçmesi, aksi hâlde seçim sonucunun olumsuz etkilenebileceği yönünde telkinler yapıldı. Ancak Cumhurbaşkanımız ahlaki duruşunu bozmadı ve bu kardeşlerimizin hiçbir zaman yalnız bırakılmayacağını gösterdi. Nitekim gün geldi, Suriye halkı 8 Aralık’ta devrimini gerçekleştirdi ve şimdiye kadar misafirimiz olan pek çok kişi ülkelerine döndü; dönüşler yüz binleri buldu ve devam ediyor. Türkiye de onların gönüllü ve onurlu bir şekilde dönmesi yönündeki iradeyi desteklemeyi sürdürüyor.
Şimdi ise Suriye halkının karşısında daha büyük sınamalar var. Suriye’nin birliğinin korunması son derece önemli. Ülke üç ayrı tehditle karşı karşıya bırakılıyor: Birincisi, Esad artığı bazı unsurların Lazkiye bölgesinde mevcut Suriye yönetimine karşı kalkışma planlamasıdır. İkincisi—altını çizmek isterim—Lazkiye bölgesinde ‘Biz Alevilerin ve Şiilerin hakkını savunmak için eylem yapıyoruz’ diyerek silaha sarılan ve terör eylemleri gerçekleştiren grupların, Suriye’deki Alevi ve Şii kardeşlerimizle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, Esad'ın katliamcı rejimini yeniden canlandırmak isteyen unsurlardır.
Kardeşlerimizi birbirine karıştırmak çok vahim bir hata, çok büyük bir yanlış olur; buna son derece dikkat etmek gerekir. Orada ne olup bittiğini iyi anladıktan sonra açıklama yapmak önemlidir. Gerçekten Alevi, Şii ve Nusayri kardeşlerimize dönük bir yanlış yaklaşım olursa bunun karşısında en güçlü şekilde dururuz. Bu konudaki hassasiyetimiz son derece nettir. Ancak Esad rejimi artıkları tarafından yapılanları ‘Alevi kardeşlerimizin hakkını savunmak’, ‘Şii veya Nusayri kardeşlerimizin hakkını korumak’ şeklinde sunmak doğru olmadığı gibi, bu yanlışları onlara mal etmek de büyük bir hatadır. Bu birinci tehdittir.”
“İkinci tehdit ise güneyde, Dürzi kardeşlerimizi hiçbir şekilde temsil etmeyen, Siyonizm yanlısı bir kanaat önderinin faaliyetleridir. Bu kişinin yaptıkları, doğrudan İsrail’in siyonist, katliamcı ve soykırımcı siyasetinin bir uzantısı niteliğindedir. Biz hem Lübnan’daki hem de Suriye’deki Dürzi kardeşlerimizi çok iyi tanıyoruz. Nitekim yakın zamanda Lübnan’daki Dürzi lider Sayın Cumhurbaşkanımızı ziyaret etti. Uzun yıllardır kendileriyle son derece iyi ilişkilerimiz vardır ve bölgede neler olup bittiğini çok iyi biliyoruz.
Güneydeki bu Siyonizm yanlısı liderin yaptığı girişimler, Suriye’nin bütünlüğünü tehdit eden ve Suriye’yi siyonist politikalara uydurmaya çalışan bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Dolayısıyla bu faaliyetleri Dürzi kardeşlerimiz adına yapılmış gibi göstermek, onlara mal etmek doğru değildir.”
“Üçüncü tehdit ise SDG/PYD yapılanmasıdır. Bu terör örgütünün kuzey ve kuzeydoğuda ortaya koyduğu bazı faaliyetler, tıpkı Lazkiye’deki ve güneydeki örneklerde olduğu gibi, kendi yaptıklarını Kürtlerin kazanımı olarak sunma çabasıdır. Bu son derece yanlıştır. SDG, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda bir terör örgütüdür ve yaptıkları, bölgedeki Kürt kardeşlerimizin iradesini yansıtmaz.
Silah bırakmamak, terör örgütünü tasfiye etmemek ve örgütün varlığına son vermemek için çaba gösteren, SDG adına konuşanların kullandığı argümanlardan biri de şudur: Lazkiye’de Alevi–Nusayri kardeşlerimizin, güneyde Dürzi kardeşlerimizin ve kuzeydoğuda Kürt kardeşlerimizin tehdit altında olduğu; bu tehdidin de Şam hükümetinden kaynaklandığı iddia edilmektedir. Ancak bu bir mantık yürütme değil, doğrudan bir terör örgütü propagandasıdır.
Nasıl ki Lazkiye’deki Esad artığı bazı unsurlar Alevi veya Nusayri kardeşlerimizin hukukunu temsil etmiyorsa, güneydeki siyonist ayrılıkçı yapı da Dürzi kardeşlerimizin iradesini temsil etmemektedir. Aynı şekilde SDG’nin kendi varlığını ve terör eylemlerini ‘Kürtlerin kazanımı’ gibi sunması da Suriye’deki Kürt kardeşlerimize büyük bir haksızlıktır.
Hiçbir terör örgütü, hiçbir kimsenin kazanımı olamaz. Eğer birileri bir terör örgütünü; bir etnik grubun ya da bir dinî grubun kazanımı olarak sunuyorsa, bilinmelidir ki orada o etnik ya da dinî grubun haklarını savunma perspektifinden değil, terör örgütünün faaliyetleri üzerinden bir yaklaşım sergilenmektedir. Bu, sözde temsil edildiği iddia edilen etnik ya da dinî grupların açık bir şekilde istismar edilmesidir.
Bu sebeple terörsüz Türkiye ve terörsüz bölge dediğimizde tablo açıktır. Irak’ın tamamında terör örgütünün tasfiyesinin bir retorik olarak kalmaması, varlığının tamamen sona ermesi için silah bırakılması gerektiği gibi; aynı şekilde Suriye’de de SDG terör örgütünün varlığının sona ermesi gerekmektedir.
'Esas olan, 10 Mart Anlaşması'nın uygulanmasıdır'
Bununla ilgili olarak daha önce de ifade ettiğimiz üzere, farklı ülkelerde farklı yöntemler söz konusu olabilir. Burada esas olan, 10 Mart Anlaşması’nın uygulanmasıdır. Bu anlaşmanın hayata geçirilmesi ve ardından silahların bırakılması temel hedeftir. Teröre bulaşmamış silahlı unsurların Suriye ordusuna entegre olması da, 10 Mart Anlaşması’nın ortaya koyduğu çerçeve içerisinde gerçekleşmelidir. Bu durum, silah bırakma sürecinin tamamlanması açısından önemli bir zemin sunmaktadır.
Zaten 10 Mart Anlaşması, esasında silah bırakmayı öngörmektedir. Anlaşmanın ikinci maddesi, Suriye Kürtlerinin ve Suriye’deki Kürt kardeşlerimizin tüm hak ve hukuklarının esas alındığını ve korunduğunu açıkça ifade etmektedir. Yedinci maddesinde ise her türlü bölünmeye, nefret suçuna ve ayrıştırıcı yaklaşıma karşı, Suriye’nin birliğini ve dirliğini savunan bir çerçeve ortaya konulmaktadır.
Buna rağmen, az önce de gördüğümüz bazı açıklamalarda, Suriye’deki bu terör örgütü olan SDG’nin varlığını demokrasi kavramıyla yan yana getirmek; Suriye’deki çeşitli halk kesimlerinin hak ve hukukunu savunduğunu iddia etmek çok büyük bir yalan, çok büyük bir siyasi manipülasyondur.
Bu örgütlerin dilinden demokrasi vurgusu düşmemektedir. Elbette hepimiz Suriye’de demokrasi istiyoruz. Biz; Türk, Kürt, Arap, Sünni, Şii, Alevi, Nusayri, Dürzi, Ezidi, Süryani olmak üzere Suriye’nin tüm unsurlarının eşit vatandaşlar olarak Suriye’nin geleceğine imza atmasını savunuyoruz.
Ancak demokrasi vurgusu yapıp, ardından sözde kantonlar oluşturarak oradaki demografiyi değiştirmek, demografik mühendislik yapmak; akabinde yerel halka açık ve görünür baskılar uygulamak, petrol gelirleri üzerinden bir terör devleti kurmaya çalışmak kesinlikle adem-i merkeziyetçilik olarak tanımlanamaz. Bu şekilde adlandırılamaz, adı böyle konulamaz.
Burada herhangi bir terör örgütünün varlığı, meşru kavramlarla maskelenemez. Bir makyaj faaliyetiyle bir tasfiyenin gerçekleştiği söylenemez. Bu nedenle doğru olan yöntem, herkes açısından doğru olan yol, 10 Mart Anlaşması’nın uygulanması ve silah bırakmanın sağlanmasıdır.
Buradaki güçler Suriye’de Millî Savunma Bakanlığına ve İçişleri Bakanlığına bağlı olacaktır. Bu durum, Suriye’deki bütün silahlı gruplar açısından geçerlidir. Eğer tek bir Suriye isteniyorsa ki biz Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini en güçlü şekilde savunuyoruz bölünmez bir Suriye istiyorsak, bunun “tek vatan, tek ordu, tek devlet” anlayışı çerçevesinde gerçekleşmesi gerekir.
Tabii ki etnik grupların ve dinî grupların hakları güvence altına alınmalıdır. Bu sadece saydığımız unsurlar için değil; Müslümanlar, Hristiyanlar ve diğer tüm dinî gruplar açısından da geçerlidir. Aynı şekilde tüm etnik gruplar için de geçerlidir.
Dolayısıyla 10 Mart Mutabakatı’nın 7. maddesinde yer alan; nefret söylemine karşı durmak, ayrımcılığı körükleyen her türlü eylem ve söyleme karşı olmak yönündeki çerçeve, son derece doğru bir yol haritası sunmaktadır. Ancak anlaşmaya imza atan SDG’nin bunu uygulamaktan kaçınması, başka bir niyeti net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Burada doğru olan; oradaki Kürt kardeşlerimizin hakkını gerçekten koruyacak yaklaşım, bu yapının silahlı olarak varlığını sürdürmesi üzerinden konuşmak değildir. Bu terör örgütünün silah bırakması ve varlığını sonlandırması, Suriye’deki Kürt kardeşlerimiz açısından da son derece kıymetli olacaktır. Bu, onların geleceği açısından da önemlidir.
Bu terör örgütünün varlığını Kürtlerin kazanımı gibi sunmak, Suriye’deki Kürt kardeşlerimize yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bunun bir yıl sonrası vardır, iki yıl sonrası vardır, beş yıl sonrası, on yıl sonrası vardır. Bölgede farklı etnik gruplar bulunmaktadır. Bütün bunlara bakıldığında, Suriye’nin bütünlüğü, birliği ve dirliği içerisinde; ortak siyaset üreterek, Suriye’nin demokrasisini geliştirerek ve anayasal düzenin yerleşmesine katkı sunarak bu meseleleri götürmek en doğru yoldur.
Bugün Suriye’nin kötülüğünü isteyenler; Lazkiye’de ayrı bir devletçik, güneydeki Dürzi bölgesinde ayrı bir devletçik, kuzey ve kuzeydoğuda ayrı bir devletçik oluşturarak Suriye’yi parçalamak istemektedir.
Bunun enstrümanı; Lazkiye bölgesinde hiçbir şekilde Alevi ve Şii kardeşlerimizi temsil etmeyen bazı Esad artığı unsurların faaliyetleridir. Güneyde ise hiçbir şekilde Dürzi kardeşlerimizi temsil etmeyen ayrılıkçı, Siyonist bir Dürzi liderin yürüttüğü faaliyetlerdir. Aynı şekilde, Kürt kardeşlerimizin kazanımı olarak asla sunulamayacak olan SDG’nin faaliyetleri üzerinden de bu hedef gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu doğru bir yaklaşım değildir.
Bu durum, Türkiye’nin bugününe de zarardır, geleceğine de zarardır. Aynı zamanda oradaki bütün etnik ve dinî gruplar için de zararlıdır. Türkiye’nin millî güvenliği açısından da açık bir tehdittir.
'Odağımız terörsüz Türkiye'
Bu noktada şunu iyi değerlendirmek gerekir: Bugüne kadar “Terörsüz Türkiye” konusunda belirlenen yol haritası işlemektedir. İşleyen ve çalışan bir yol haritası vardır. Bu işlerin mutlak bir matematiği yoktur; bazen bir haftada bir metre ilerlersiniz, bazen bir sonraki hafta bir kilometre yol alırsınız. Önemli olan, yol haritasının işlemesidir.
Terörsüz Türkiye yaklaşımı; hem içeriği bakımından, hem zamanlaması bakımından hem de yakın bölgemizdeki krizleri sona erdirme açısından son derece isabetlidir. Ayrıca farklı etnik ve dinî gruplardan kardeşlerimizin geleceğine hayırlı bir imza atabilecek kapsayıcılığı da bünyesinde barındırmaktadır. Bu sebeple bu konu üzerinde hassasiyetle durmalıyız.
Hiç kimse kendi marjinal siyasi ajandasını ya da başka hesaplarını bu sürecin içine katmamalıdır. Her zaman söylediğim gibi, odağımızı kaybetmemeliyiz. Odağımız en başından itibaren terörsüz Türkiye ve terörsüz bölgedir.
Dolayısıyla bu sürecin ana omurgası; terör örgütünün feshedilmesi ve silah bırakması, silah bırakmanın tam anlamıyla gerçekleşmesidir. Bu; terör örgütünün Irak’ta, İran’da, Suriye’de ve Avrupa’daki tüm şube, unsur ve uzantılarının silahlı güçlerinin yanı sıra ideolojik, mali yapılanmalarının ve propaganda faaliyetlerinin sona ermesi anlamına gelmektedir.
Terörsüz Türkiye ve terörsüz bölge meselesinin odağı tam olarak budur. Bu odaktan bakıldığında, herhangi bir terör örgütünün varlığıyla “kazanım” kavramının yan yana getirilmesi, en temel aklî faaliyetle bağdaşmaz. Bu yaklaşım, tüm bu grupların iyiliğini hedefleyen bir anlayışın da tam karşısındadır.
Eğer terör örgütleri ile kazanım kavramı yan yana getiriliyorsa, bilinmelidir ki bu; bölgemizde doğrudan görünmek istemeyen ancak vekâlet savaşları yoluyla yeni haritalar çizmeyi, yeni yapılanmalar oluşturmayı amaçlayan güçlerin planlarıdır. Bunlar projelerdir. Bu durum defalarca görülmüş, defalarca test edilmiştir. Geçmişte de bunun örnekleri yaşanmıştır.
'TSK ve MİT, sahayı güçlü bir şekilde taramaktadır'
Türkiye Cumhuriyeti’nin bunları görebilecek keskinlikte gözleri vardır. Bu nedenle teyit mekanizması son derece önemlidir. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı sahayı güçlü bir şekilde taramaktadır. Silah bırakma yönündeki faaliyetler kayıt altına alınmakta, bunun tersine yönelik tahkimatlar varsa onlar da yakından takip edilmektedir.
Şimdiye kadar yapılan çok sayıdaki açıklamayla bu sürece destek verilmesi son derece önemlidir. Sayın Devlet Bahçeli’nin tarihî çağrısıyla yeni bir fırsat penceresi açılmıştır. Bu, hem Türkiye hem de yakın bölgemiz açısından büyük bir imkândır. Cumhurbaşkanımızın devlet kurumlarına verdiği talimatlar doğrultusunda, bu mesele bugün tüm devlet kurumlarının odaklandığı temel bir konu hâline gelmiştir."




