Prof. Dr. Hamit Bozarslan, gazeteci Serkan Demirel’in sorularını yanıtladığı söyleşide, Türkiye’de Kürt meselesinin ele alınış biçimini, siyasal ideolojilerin etkisini ve demokratikleşme tartışmalarını değerlendirdi. Bozarslan, özellikle 2013–2014 yıllarında yürütülen çözüm süreci ile bugünkü siyasi ortam arasında önemli farklar bulunduğunu ifade etti.
Prof. Dr. Hamit Bozarslan, birinci çözüm süreci olarak adlandırılan 2013–2014 döneminde Kürt meselesinin Türkiye’de yalnızca bir güvenlik sorunu olarak değil, tarihsel ve siyasal boyutlarıyla tartışıldığını hatırlattı. Bozarslan, günümüzde ise bu tartışma ortamından uzaklaşıldığını söyledi. Kürt meselesinin yeniden bu çerçevede ele alınabilmesi için siyasi aktörlere sorumluluk düştüğünü vurgulayan Bozarslan, özellikle DEM Parti’nin bu yönde bir tartışma zemini oluşturması gerektiğini ifade etti. Türk toplumunda ise şu aşamada bu konuda güçlü bir toplumsal hassasiyet gözlemlenmediğini belirtti.
Türkiye’de uzun bir tarihsel arka plana sahip bir ideolojik yapıdan söz edilebileceğini dile getiren Bozarslan, bu yapının Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren şekillendiğini ve hâkimiyet ilişkileri üzerinden tanımlandığını kaydetti. Bu ideolojinin eşitlik, vatandaşlık ve özgürlük kavramlarıyla sınırlı bir ilişki kurduğunu belirten Bozarslan, Türklük ya da İslam-Türklük eksenli bir üstünlük anlayışının siyasal alanda etkili olduğunu söyledi.
Bozarslan’a göre bu ideolojik çerçevenin aşılması, ancak demokratikleşme süreciyle mümkün olabilir. Ancak mevcut siyasi tabloda böyle bir demokratikleşme perspektifinin görünür olmadığını dile getiren Bozarslan, hem AK Parti hem de MHP açısından demokratikleşmenin iktidar kaybı riskiyle birlikte değerlendirildiğini ifade etti.
Kürtlerin kendi hukuki ve siyasal taleplerini tartışabilmesinin, Türkiye’nin gelecekteki hukuk sisteminin yeniden tanımlanması anlamına geldiğini belirten Bozarslan, bu tartışmaların dil, özerklik, siyasal temsil ve eğitim gibi alanları kapsayabileceğini söyledi.

Yapılan söyleşide Bozarslan'a yöneltilen sorular ve cevapları şu şekilde:
Türkiye Meclisi’nde kurulan Komisyon, raporunu hazırlama sürecine girmiş durumda. Bu kapsamda siyasi partiler kendi raporlarını sunuyor. AKP ve MHP’nin raporlarında meselenin özünden uzak bir yaklaşım benimsedikleri ve Kürt sorununu hâlâ ağırlıklı olarak güvenlikçi politikalar çerçevesinde ele aldıkları görülüyor. Bu tutumu nasıl değerlendirmek gerekir?
Sanıyorum burada önemli olan DEM Parti’nin rolü. Sizin de belirttiğiniz gibi, diğer akımlar (MHP ve AKP) meseleyi daha çok bir güvenlik sorunu olarak ele alıyor. Kürt meselesinin bir terör meselesine indirgenmesi ve Türkiye’nin “terörsüz Türkiye” perspektifi, bu yaklaşımın bir sonucu. Oysa terörün hâkim olduğu bir Türkiye’den söz etmek bugün mümkün değil.
Son olarak bakıldığında, terör olgusunun gerçekten belirleyici olduğu dönem 2014–2015 ve 2016 yıllarıydı. O dönemin kendine özgü bazı nitelikleri vardı. Bu terör, PKK ya da Kürt ‘terörü’ değildi; İŞİD terörüydü. Üstelik bu İŞİD terörü, Türkiye’nin iç siyasetiyle de bağlantılı olarak açıklanabilir.
Şunu unutmamak gerekir: 2014–2015 yıllarında Türkiye ile İŞİD arasında neredeyse bir müsamaha siyaseti söz konusuydu. Kobanê sürecini, Suriye sınırının neredeyse bir cihatçı koridora dönüşmesini hatırlayalım. Evet, o dönem bir terör sorunu vardı; ancak bu terörün Kürtlerle bir ilgisi yoktu. Tam tersine, Kürtleri hedef alan bir terördü.
Son 10 yılda ise gerçek anlamda bir terörden bahsetmek mümkün değil. Buna rağmen iktidar açısından sorun hâlâ Kürt meselesinin kabul edilmemesi; Kürt meselesinin meşru bir “milli mesele” olarak görülmemesidir.
Buna karşılık DEM Parti’de çok önemli gelişmeler yaşanıyor. DEM Parti, bu sorunu hem Kürt meselesinin çözümü hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi perspektifinden ele alıyor. DEM Parti’nin ortaya koyduğu öneriler ve sunduğu perspektifler, bu açıdan son derece önemli.
İkinci olarak CHP’deki gelişmelere bakmak gerekiyor. CHP’nin İmralı’ya gitmemesi, CHP açısından çok büyük bir talihsizlik oldu. Sanıyorum onlar da bunun farkına şu anda varmış durumda. Oysa İmralı’ya gitmek, CHP açısından son derece küçük bir adımdı. İki yıl önce böyle bir perspektifi düşünebilecek ya da buna cesaret edebilecek kimse yoktu. Buna rağmen söz konusu adım aslında oldukça sınırlıydı fakat CHP’ye çok şey kazandırabilirdi. Büyük ihtimalle CHP burada bir hata yaptığını da fark etti. Belki CHP, bu konuda belli bir gelişme gösterebilir, ancak şunu çok açık biçimde görüyoruz; CHP açısından Kürt meselesi gündemin başında yer almıyor. Hatta demokrasi meselesi bile gündemin başında değil. CHP, bir türlü kapsamlı bir demokratikleşme perspektifi sunamıyor. Bununla birlikte, Özgür Özel’in son açıklamaları Kürt meselesi konusunda sınırlı da olsa bir gelişme ihtimaline işaret ediyor.
Meclis bünyesinde kurulan Komisyon üyelerinin İmralı’yı ziyaret etmesi ve Abdullah Öcalan ile görüşmesi, sizce denildiği gibi süreç açısından bir eşik mi?
Öcalan ile görüşülmesi bir meşruiyet meselesi. Son tahlilde Öcalan’ın Kürt Hareketi’nin bir lideri olarak değerlendirilmesi, bir merci olarak ele alınması ve ona başvurulması anlamı taşımakta. Böylesi bir durumu, iki yıl önce hiç kimse ele alamazdı, buna cesaret edemezdi veya böyle bir perspektif geliştirmeyi düşünemezdi. O açıdan belli bir dönüm noktasından belki bahsedebiliriz. Fakat bunun için beklememiz gerekiyor.
Siz her defasında Kürt sorununun meşruiyetinin hâlâ tanınmadığını vurguluyorsunuz. Bugüne kadarki gelişmelere bütünlüklü olarak baktığımızda, bu meşruiyetin tanınmasının önündeki engeller nelerdir? Yalnızca devletin güvenlikçi bir yaklaşımı esas almasından mı kaynaklanıyor?
Orada tabii ki bir güvenlik meselesi, güvenlikçi bir yaklaşım söz konusu. Türkiye’de Ahmet İnsel bunu yıllar önce Türkiye’de bir ‘milli güvenlik rejimi’nin varlığını dile getirmişti. Bunun ötesinde bir başka unsuru da görmek gerekiyor. Türkiye’de bir Türk ideolojisinden söz edebiliriz. Abdülhamid’e kadar uzanan, neredeyse 150 yıllık bir tarihsel arka plana sahip bir ideoloji bu. Bir hâkimiyet ideolojisi, bir üstünlük ideolojisi. Eşitliği, vatandaşlık meselesini ve özgürlüğü kabul etmeyen; şu ya da bu şekilde Türklüğün üstünlüğünü, Türklük olmasa bile İslam-Türklüğün üstünlüğünü dayatmaya çalışan bir ideolojiyle karşı karşıyayız. Bu ideolojiden vazgeçilmiş değil. AKP, bu ideolojinin varyantlarından biri; MHP, bu ideolojinin varyantlarından biri; CHP de bu ideolojinin varyantlarından biri. Burada devletin düşünce tarzında -hatta devletten ziyade iktidarın düşünce tarzında- ciddi bir kırılmaya ihtiyaç var. Bu kırılma, ancak ve ancak demokratikleşme yoluyla mümkün olabilir. Oysa bugün görebildiğimiz kadarıyla ortada bir demokratikleşme perspektifi yok. AKP içerisinde yok, MHP açısından da yok, çünkü demokratikleşme aynı zamanda bu aktörler açısından iktidarlarının sona ermesi tehlikesini de içinde barındırıyor. Bu nedenle böyle bir adımın atılması şu an için söz konusu değil. Dolayasıyla burada hem bir güvenlik meselesi var hem de yaklaşık 150 yıllık bir ideolojik süreklilikten bahsediyoruz.
Bu müzakerelerin doğrudan hâlâ PKK ile yürütülmemesi; Abdullah Öcalan’la görüşmeler olsa bile sürecin DEM Parti üzerinden ilerliyormuş izleniminin verilmesi, devlet açısından bir tür muhataplıktan kaçınma anlamına mı geliyor?
Büyük bir ihtimalle PKK ile şu ya da bu şekilde belli ilişkiler vardır. Bu ilişkilerin hangi boyutta olduğunu ise bilemiyoruz. Muhataplık meselesine gelindiğinde, aslında DEM Parti de tam anlamıyla bir muhatap olarak ele alınmamakta, çünkü DEM Parti’nin muhatap alınması, aynı zamanda Kürt meselesinin meşru bir mesele olarak kabul edilmesi ve Kürt Hareketi’nin bir bileşeni olarak DEM Parti’nin tanınması anlamına gelmektedir. Oysa şu anda bu noktada değiliz.
Burada söz konusu olan, Kürt meselesinin kabul edilmemesinin, aynı zamanda Kürt toplumunun kabul edilmemesi, bir Kürt nüfusunun varlığının kabul edilmemesi anlamına gelmesidir. Bu durum da kaçınılmaz olarak muhataplar meselesini gündeme getirmekte.
Bu konuda tümüyle haklısınız. Öcalan’ın muhatap alınması, “Mademki PKK bir terör örgütüdür, mademki ortada bir Kürt meselesi yoktur ve yalnızca bir terör meselesi vardır; o halde biz bu terörü başlatan kişiyle çözmeye çalışalım” şeklindeki bir mantığa dayanmakta. Ancak bu mantık, kaçınılmaz olarak PKK’yi de meşrulaştırmakta, aynı şekilde Öcalan’ı da meşrulaştırmakta. Herkes bunun ardında bir Kürt meselesinin bulunduğunu bilmektedir fakat diğer yandan bu meselenin adı konulmamaktadır.
Sizin de sık sık vurguladığınız gibi bu süreç çok sayıda risk barındırıyor. Abdullah Öcalan da Pierre Bourdieu’ye yaptığı göndermeyle “habitus” kavramını kullanarak bu risklere işaret ediyor. Öcalan’ın bu bağlamda sözünü ettiği riskleri devletin ve siyasal aktörlerin yerleşik pratikleri ve refleksleri açısından nasıl okumak gerekir?
Bu “habitus” meselesinde de 150 yıllık bir tarih söz konusu. İttihat ve Terakki’yi ele alınız. İttihat ve Terakki, Ermenilerin varlığını kabul etti; tıpkı bugün AKP’nin Kürtlerin varlığını kabul etmesi gibi. İttihat ve Terakki açısından Ermeni meselesi bir “milli mesele” değildi, bir eşitlik meselesi de değildi. Bir terör meselesi ya da bir güvenlik meselesiydi ve bunun sonucunu görebildik.
1912’yi ele alınız: Balkan Savaşları. Balkanlar’da yükselen bir eşitlik talebi vardı. Buna karşılık Türkiye, yani dönemin Osmanlı İmparatorluğu, o dönemin savaş stratejisini seçti. Sonuç olarak Balkanlar kaybedildi.
Aynı şekilde 1916’yı ele alınız. 1916’da Araplar arasında yükselen bir eşitlik talebi vardı. Cemal Paşa’nın cevabı ise idam sehpalarının kurulması oldu.
Dolayısıyla burada çok uzun erimli bir “habitus” meselesi söz konusu. Bu, aynı zamanda Türk ideolojisinin isimlerinden biri olarak da okunabilir. Kürt meselesinde de durum benzerdir. Kürt meselesi, bir Kürt meselesi olarak kabul edilmiyor; eşitlik meselesi olarak da ele alınmıyor. Daha çok bir güvenlik meselesi olarak görülüyor. Güvenlik meselesi, aynı zamanda Türklüğün hâkimiyetini tehdit eden bir olgu olarak tanımlanıyor. Tabii ki eğer Kürtler eşitlik talep ediyorsa bu Türklüğün hâkimiyetini kabul etmek için değil, aksine Türklüğün hâkimiyetine son vermek için. “Habitus”tan çıkış, aynı zamanda bu hâkimiyet meselesinin tümüyle terk edilmesi ve eşitliğin kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Şu anda ise bu noktada değiliz.
Buna göre sürecin önündeki temel engelin hâlâ bu ideolojinin devam etmesi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Evet, bu ideoloji devam ediyor. Aynı zamanda şunu görmek gerekiyor; ideoloji, hiçbir zaman sadece söylem düzeyine indirgenemeyen bir olgudur. İdeoloji, pratik bir olgudur. İdeoloji, iktidar erklerinin örgütlenmesi meselesidir. Nesiller arasında bir aktarımdan bahsediyoruz. Bunu, askeri akademiler yoluyla, polis akademileri yoluyla, milli eğitim yoluyla devam ettiren mekanizmalardan söz ediyoruz. O yüzden ideolojiyi yalnızca söylem düzeyinde ele almamak gerekiyor. İdeoloji, her zaman son derece keskin pratik sonuçları olan bir olgudur. Bu anlamda, iktidarın değişmesi gerekmektedir.
İktidarın değişmesi, sadece bir partinin gidip diğer partinin gelmesi anlamına gelmez. İktidar mekanizmalarının değişmesi, iktidarın demokratik bir temelde yeniden kurulması demektir. Bunu 1974–1975 yıllarında Yunanistan, Portekiz veya İspanya’da olup bitenlerle karşılaştırmak gerekir. Bu ülkelerdeki demokratikleşme süreci, aynı zamanda iktidarın yeniden kurulması, iktidar erkinin yeniden düşünülmesi, kurumların demokratikleşmesi, kurumların sorumlu hale gelmesi ve iktidar erklerinden bağımsız bir hukuk sisteminin oluşturulmasıyla mümkün olmuştur. Bütün bunlar sayesinde bu üç ülke demokratikleşebilmiştir. Bunlar olmadan Türkiye’nin demokratikleşmesini düşünmek gerçekten çok zordur.
Hem DEM Parti’nin hem de Abdullah Öcalan’ın taleplerine baktığımızda, bu süreçte Kürtlerin hukuka dahil edilmesi talebi ön plana çıkıyor. Sizce Kürtlerin hukuka dahil edilmesi yeterli midir?
Yeterli değil fakat çok önemli. Hukuka dahil edilme kavramını, biraz derinleştirmek gerekiyor. Söz konusu olan, hukukun yeniden tanımlanması. Hukukun öznesi kimdir? Toplumdan, toplumsal sorunlardan, milli sorunlardan bağımsız bir hukuk sistemini düşünmek mümkün değildir. Hukuk aynı zamanda öznelerin meselesidir. Kürtlerin kendi hukuklarının, aynı zamanda Türkiye hukukunun bir parçası hâline gelmesi; bir öznesi hâline gelmesi; hukuk konusunda bir söz sahibi olma hakkını kazanması gerekir.
Hanna Arendt de hakka sahip olma hakkından bahsetmektedir fakat hakka sahip olma hakkı, yalnızca var olan bir haktan faydalanmak anlamına gelmez; aynı zamanda hukuku değiştirme, hukuku eşitlikçi bir niteliğe kavuşturma meselesidir. Bu durum, sadece Kürtler açısından değil, kadınlar açısından da geçerlidir. Kadınların hukukun öznesi olması, aynı zamanda kadınların hukuk anlayışını değiştirmesi ve yeni bir hukuk çerçevesi sunması anlamına gelir. Bu azınlıklaştırılmış gruplar için de geçerlidir. Hukuksal bir değişim olmadan, hukuka entegre olmaktan bahsetmek mümkün değildir. Hukuksal eşitlik, aynı zamanda hukukun öznelerince meşru olarak kabul edilmesi demektir.
Kürtler, hukukun bir öznesi olarak kabul edilecekler mi, hukukun bir öznesi olmanın anlamı nedir?
Kürtlerin kendi hukuklarını düşünebilmesi; Türkiye’nin gelecekteki hukuk sistemini temelden yeniden tanımlayabilmesi anlamına gelir. Bu dil meselesinde, özerklik meselesinde, temsil düzeyinde, eğitim düzeyinde olabilir. Yarının Türkiye’sinde eğitim sistemi nasıl olacak? Şeyh Said bir bölücü lider olarak mı tanıtılacak, yoksa Kürt Hareketi’nin en önemli simalarından biri olarak mı? Dêrsim meselesi nasıl ele alınacak? 1978’de PKK’nin kuruluşu nasıl ele alınacak? Bir terör meselesi olarak mı yoksa Kürt Hareketi’nin iç değişimleri ve Türkiye’nin Kürt meselesini tanımaması bağlamında mı değerlendirilecek? 1984 sonrası dönem eğitim sisteminde nasıl anlatılacak? Bir terör meselesi olarak mı yoksa bir gerilla hareketinin başlangıcı ve ardından köy yakmaları, faili meçhul cinayetler gibi yoğun bir şiddet dönemi olarak mı? Bütün bu meseleler ortaya konmalıdır.
Tabii bunların bir anda yapılabilmesi mümkün değildir fakat hukuktan bahsederken, aynı zamanda eğitimden, medyadan da söz ediyoruz. Geleceğin Türkiye’sinin medya evreni nasıl olacak? Siyasi söylem nasıl olacak? Hukuk anlamında tüm bunlarla ilgili bir olgudan söz ediyoruz. Bu nedenle soyut bir hukuktan bahsetmek mümkün değildir. Verili bir hukuktan da bahsedilemez. Demokrasi, hukuk sisteminin hiçbir zaman verili bir sistem olmadığı, sürekli değiştiği ve yeniden düşünüldüğü bir sistemdir. Eğer böyle bir değişim olmasaydı kadınların seçimlere katılması mümkün olamazdı. Irk meselesi, ırkçılık meselesi, ırkçılığın bir suç olarak kabul edilmesi söz konusu olamazdı. Örneğin, 40 yıl önce Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmında eşcinsellik yasaktı; bugün homofobi yasaklıdır. Burada mücadelelerin doğurduğu değişimleri görebiliyoruz.
Bu hukukun belirlenmesi için tamamen yeni toplumsal bir sözleşmeye ihtiyaç olduğunu mu söylüyorsunuz?
Evet, bir sözleşme. Yeni bir sözleşme demeyeyim; bir sözleşme, çünkü hâlihazırda bir sözleşmeden bahsetmek mümkün değil. Şu anda olan aslında bir pakt. Fransız düşünür Jean Baudrillard, sözleşme ile pakt arasında fark olduğunu belirtir. Pakt, kan bağına veya kanla dayatılan bir ilişkiyi içeren bir olgudur. Halbuki sözleşme, farklı tarafların müzakereleri sonucunda oluşan bir ilişkidir. Yani Türkiye’de bir sözleşmeden bahsetmek mümkün değildir. Söz konusu olan, dayatılan bir pakt anlayışıdır. Şu anda bu pakt anlayışından çıkıp sözleşmeye geçmek gerekmektedir. Bu sözleşme henüz oluşmamıştır.
Bu süreçte bahsettiğiniz bir sözleşmenin oluşması mümkün mü veya CHP’nin katılımı olmadan ne kadar mümkün?
Her şeyden önce AKP ve MHP düzeyinde böyle bir gelişme yok. Bu partiler açısından bir sözleşme söz konusu değil; bir sözleşmenin düşünülmesi bile söz konusu değil. Sadece Kürt meselesinde değil, diğer meselelerde de durum aynı, çünkü sözleşme anlamında demokratikleşme meselesi söz konusu. Şu andaki Cumhurbaşkanlığı sistemi aslında bir paktın dayatılması niteliğinde.
Son 20–30 yılda Türkiye’de yaşanan gelişmeler, Susurluk’tan beri olan olgular, bu paktın aynı zamanda kanla kurulduğunu ve kanla çözülebileceğini de göstermektedir. Bunun birçok boyutu vardır. Sedat Peker’in videoları bile bu pakt olgusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Sorun, yalnızca CHP ile ilgili değil, ancak CHP’de bu sözleşmeye yönelik bir eğilim olsaydı toplumsal düzeyde bazı etkiler yaratabilir ve eşitlik kavramının meşrulaştırılmasını sağlayabilirdi.
Bir iki konuşmada demokratik pedagojiden bahsetmiştim. Demokratik pedagojiden söz etmek, bu tür sorunların tartışılmasını mümkün kılabilecek bir olgudur. Şu anda CHP’de bir adalet söylemi var ve bu adalet söylemini gerçekten desteklemek gerekiyor, çünkü Türkiye’de adil bir sistemin olduğunu düşünmek mümkün değil. İmamoğlu meselesi tam bir skandal, yani hukuki bir skandal. Bütün diğer boyutlarını bir yana bıraksak bile, herkes bu meselenin hukuki bir mesele olmadığını biliyor. Bu nedenle CHP’nin adalet konusundaki söylemini desteklemek gerekiyor fakat CHP, demokrasi meselesini bile dile getiremiyor. Eğer Kemalizmden çıkarak gerçek anlamda sosyal demokrat bir partiye dönüşmek istiyorsa Kürt meselesini gündeminin başına alması gerekiyor. Henüz o noktada değiliz.
Böylesi süreçlerde en temel olgulardan biri, tarihsel yüzleşme ve yaşanan travmalarla hesaplaşmadır. Dünya örneklerine baktığımızda, bu nokta oldukça önemlidir. Bir yılı aşkın bir sürece rağmen bu konular hâlâ yeterince gündeme getirilmiyor ve tartışılmıyor. Bu travmalarla yüzleşilmeden, sürecin diğer boyutlarını dile getirmek veya hayata geçirmek mümkün olabilir mi?
Evet, Kürt Hareketi’nin bunu dile getirmesi gerekiyor. Bu zorunludur. Aynı zamanda bu, demokratik pedagojinin bir parçasıdır. Kürt tarihi nedir? 1920’lerde ne yaşandı? 1919’da Kürtlerin önemli bir kısmı desteklemeselerdi Kemalist Hareket başarıya ulaşır mıydı? Koçgirî’de 1921’de ne oldu? 1925 Şeyh Said İsyanı nedir? Zîlan meselesi, Dêrsim meselesi… Bütün Kürtlüğün inkar edilmesi meselesi. Renda raporları; 1925’te bu raporlarda Kürtler biyolojik bir tehdit olarak tanımlanmıştı. Bütün bunların Kürt Hareketi tarafına dile getirilmesi gerekir fakat bu da tek başına yeterli değildir.
Bu nedenle birinci çözüm süreciyle bir karşılaştırma yapmak önemli olabilir. 2013–2014 yıllarında Türkiye’de çok şey tartışılıyordu. Kürt meselesi tartışılıyordu; ancak sadece bir güvenlik meselesi olarak değil, tarihsel bir sorun olarak ele alınıyordu. O dönemde büyük konferanslar düzenleniyordu. Sadece Kürt meselesi değil, Ermeni soykırımı, Rumların durumu, 1934’teki antisemitik hareketler ve kadın meselesi de tartışılmaktaydı. Bugün ise bu tartışma düzeninden çok uzak bir noktadayız. DEM Parti’nin bunu muhakkak gerçekleştirmesi gerekiyor. Türk toplumunda ise en azından şimdilik, önemli bir hassasiyet göremiyoruz.
DEM Parti’nin bunu yeterince dile getirmediğini mi düşünüyorsunuz?
DEM Parti bunları dile getiriyor. DEM Parti’nin bunları dile getirmediğini söyleyemeyiz fakat bunların yankı bulması söz konusu. Ne ölçüde bunlar yankı buluyor, ne ölçüde fay hatları değişiyor, yeni kilometre taşları mümkün olabiliyor. Bir tartışma imkânı oluşabiliyor. Tabii burada artık DEM Parti’nin kapasitesini çok aşan sorunlarla karşı karşıyayız. Bunu daha önce çeşitli vesilelerle konuştuk ve herkes bunun farkında. Türkiye toplumu son 15–20 yıldır tamamen sersemleştirilen bir toplum oldu. Hareketleri imha edilen, rasyonalitesi yok edilen; geçmişini ve geleceğini düşünen bir toplum değil; korkan bir toplum. 8-9 yıldır ekonomik bir kriz içerisinde olan bir toplum. Çocukların okulda açlıktan bayıldığı bir toplum. Bütün bu faktörleri de ele almak gerekiyor. Türkiye’de şu anda bir tartışma zemini yok. Sadece Kürt meselesinde değil. Nasıl oluyor da Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Sistemi diye bir sistem bu kadar rahatlıkla kabul edilebiliyor? Nasıl oluyor da depremler bu kadar yıkıcı olabiliyor? Nasıl oluyor da “Beşli Çete” diye bir çeteden bahsediliyor ve bu Beşli Çete devletin tüm maddi imkânlarını ele geçirebiliyor, buradan beslenebiliyor? Bütün bu sorular bilinmekte fakat bu sorunların tartışılmasına bir zemin yok. DEM Parti’nin her şeye rağmen çok ısrarlı olması gerekiyor ama DEM Parti’yi aşan olgularla karşı karşıyayız.
Hocam, siz Türk boyutuna dikkat çekiyorsunuz. Öte yandan, 2013–2015 süreci ile bugünkü süreç, Kürt toplumunda bir tarafta umut yaratırken diğer tarafta politik bir yorgunluk da oluşturmuyor mu?
Oluşturuyor, tabii. İster istemez oluşturuyor. Mesela siz de bahsettiniz; bir yıllık bir süreçle karşı karşıyayız ve somut olarak değişen hiçbir şey yok. En azından şimdilik hiçbir şey yok. Kürtlerin koşullarında, Türkiye çapında, en azından değişen bir olgu söz konusu değil. Belki bazı özgürlükler geliştirilmiştir. İnsanlar biraz daha rahat konuşabiliyor. Kürt şehirlerinde konferanslar yapılabiliyor. İstanbul gibi bir şehirde bir barış konferansı düzenlenebildi. Bu çok önemli bir adımdı. Kürt açısından olumlu gelişmeler var; bir tartışma imkânı ve fırsatı oluşmuş durumda. Tabii, Kürt toplumu da yorgun bir toplum. Kürt toplumu 60–70 yıldır seferber olan bir toplum. Çok zor koşullarda yaşayan bir toplum. Çok büyük baskılara uğramış bir toplum. Binlerce siyasetçisi zindanda olan bir toplum. Herkes aynı zamanda tedirgin. İyimserlik var mı, bilemiyorum. Meşruiyet meselesi var; bunu Kürtler biliyor. Bu meşruiyet meselesi nedeniyle çok büyük bir iyimserlik belki de oluşmuyor. Tedirginlik söz konusu. Bütün bunları normal olarak karşılamak gerekiyor.





